Ahmet Hakan 13 Nisan 2012 tarhli Hürriyet'te 28 Şubat gözlatıları için bunları yazmıştı.
13 Nisan 2012 Cuma
Merdan Yanardağ'a göre 28 Şubat
AKP destekçisi sağcı bir sitede yayınlanan bu karikatür, intikam sürecinin tüm topluma yayılma isteğini dışa vuruyor. Bu süreç Türkiye'yi içsavaşa sürükleyebilir. |
Şu 28 Şubat nedir ne değildir?
Merdan Yanardağ Türkiye’de gericilikle mücadele etmek artık yasak. AKP-Cemaat iktidarının adım adım kurduğu islamo-faşist diktatörlük bunu yasaklamış bulunuyor. Arka arkaya gelen soruşturmalar aracılığıyla oluşturulan içtihatın anlamı budur.
Bilindiği gibi, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan kararlardan hareketle siyaset terminolojisine bir “28 Şubat Süreci” kavramı girmiş, bunun üzerinden yürütülen tartışmalarla yeni muhafazakar bir “edebiyat” oluşmuştu.
Dün (12 Nisan 2012) bu edebiyatın siyasal bir uzanımı olarak gerçekleştirilen ve 28 Şubat döneminde görev yapan emekli askerlerin gözaltına alınmasıyla sonuçlanan operasyon, yeni rejimin bütün kurumlarıyla kendisini tahkim etme hamlesidir.
Bu operasyon, zaten yarım kalarak başarısızlıkla sonuçlanan bir süreci (28 Şubatı) tam anlamıyla bitiren rövanşist bir siyasal eylemdir. Siyasal islamcı hareket intikam almaktadır. Cumhuriyetin başlangıç ilkelerine dönüş girişimini, artık bir anlamı kalmasa ve aradan yıllar geçse de “ibret-i alem” için ezmektedir.
Türk burjuvaszisi ve TSK kendi devrimine ihanet etmenin bedelini ödemektedir. Sol ve komünizm korkusu nedeniyle bir önceki çağın sınıf ve ideolojiyleriyle kurdukları ittifak kendi sonlarını hazırlamıştır. Dramatik bir tablodur.
***
Türkiye Soğuk Savaş kurbanı bir ülkedir. Sosyalist Bloka ve yerel devrimci hareketlere karşı geliştirilen “Yeşil Kuşak” projesi tarihsel sonuçlarını yaratmıştır. Solun önünü kesmek için ılımlısından radikaline kadar bütün eğilimleriyle desteklenen islamcı hareket, kendilerini büyüten gücü tasfiye etmektedir.
Afganistan’da Talibanı yaratanlar, Ortaçağ artığı Suudi rejimini ve Körfez emirliklerini ayakta tutanlar, Pakistan’da aydınlanma sürecini kesintiye uğratarak bu ülkeyi siyasal islama teslim edenler başta ABD olmak üzere emperyalist güçler ve onların savaş örgütü NATO’dur.
Türkiye aydınlanması ve modernleşme süreci de bugün tarihsel bir kırılma yaşamaktadır. Bir burjuva cumhuriyeti olarak Türkiye aslında NATO ordusu haline gelen TSK tarafından gericiliğe kurban edilmiştir.
Kendi solunu sürekli ve sistematik olarak asfiye eden Cumhuriyet, sonunda kendisi de tasfiye olarak dönüşmüştür. İslam dünyasına bir model olarak sunulan ‘Ilımlı İslam’ rejimi, Yeşil kuşak projesinin güncellenmesinden başka şey değildir.
Bugün bütün tarihsel, ahlaki, ideolojik, kültürel ve (hatta) hukuksal referanslarını büyük ölçüde yitirerek, varlığını ve egemenliğini açıklama yeteneği son derece sınırlanan küresel sermaye, insan bilincini yeniden teslim alarak onu bir önceki çağın zihniyet dünyasına iade etmeye çalışmaktadır.
Çünkü sorgulayıcı akla ve bilimsel bilgiye dayalı bir dünyada sermayenin kendi konumunu , en azından entellektüel ve ahlaki düzlemde savunması ve sürdürmesi neredeyse imkansızdır.
***
Sadece Türkiye’de değil, aslında bütün islam dünyasında ‘birinci cumhuriyetler’ tasfiye olmaktadır. Osmanlı-Türk modernleşme ve aydınlanmasının bir ürünü olan Cumhuriyet, AKP-Cemaat iktidarı eliyle tasfiye sürecine girince, bu modeli gecikerek ve sınırlı da olsa kendi ülkelerinde tekrarlamaya ve çağı yakalamaya çalışan bütün rejimler de çözülmeye başladı.
Irak yıkımından sonra Cezayir ve Tunus üzerinden geçip Mısır’a gelen, bugün Suriye kapısına dayanan dalganın anlamı budur. Kemalist modeli izleyen bütün rejimler yıkılmakta, yerlerine islami yönetimler kurulmaktadır.
Yeni model yine Türkiye’dir. Bu nedenle Türkiye’de süreci sonuçlandırmak ve yeni rejimi konsolide etmek gerekmektedir. Ergenekon davalarının devamı sayılabilecek son operasyonun Türkiye’nin sınırlarını aşan anlamı da budur. Bir parti ve iktidar modeli olarak AKP’nin, ABD ve Batı’nın nezdindeki değeri de buradan gelmektedir.
***
Bilindiği gibi, uzun süredir İslamcı-muhafazakâr çevreler, yeni muhafazakârlar ve kendi hayatlarına ihanet eden kimi liberaller 28 Şubat üzerinden bir mağduriyet edebiyatı oluşturmaya çalışıyorlardı.
Bir ılımlı islam rejimi olarak İkinci Cumhuriyetin tarihsel gerekçesini oluşturmak, onun ideolojik ve ahlaki arka palanını kurmak için böyle bir mağduriyet söylemine ihtiyaçları vardı. Sicillerini temizlemek istiyorlardı.
Çünkü, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri faşist darbelerini destekleyen, Soğuk Savaş döneminde bütün Kontrgerilla operasyonlarında rol alan islamcıların sicili utanç vericiydi.
Dahası aynı İslamcılar Soğuk Savaş döneminde ABD’nin hizmetine girdiklerini de itiraf etmişti. Sadece kör inanç böyle bir sicile haklı gerekçeler bulabilirdi. Sinsi, iki yüzlü ve hileye dayalı bir mücadele yöntemleri vardı.
Durum böyle olunca sözkonusu çevrelerin topluma bir “mazlum” profili vermeleri, kendi taleplerini bütün ulusun talebi olarak yeniden kurmaları gerekiyordu. İşte 28 Şubat onlara bu olanağı sundu. Geliştirilen sahte mağduriyet edebiyatı bu ihtiyacı karşıladı.
Oysa ortada ne gerçek anlamda bir darbe ne de mağduriyet vardı. Darbe görmesek 28 Şubat’ın darbe olduğuna neredeyse biz de inanacaktık. 28 Şubat ne darbedir ne de muhtıra. Bir durum olarak 28 Şubat’ın gerekçesi de tarihsel anlamı da başka yerdedir.
***
Esas olarak 28 Şubat, Türkiye’de Soğuk Savaş döneminin bitirilmesidir. Diğer NATO ülkelerinden 6 yıllık bir sapmayla “ulusal tehdit” değerlendirmesi ve algısını değiştirme çabasıdır. Susurluk olayının aynı döneme denk gelmesi, bu konuda sınırlı da olsa bir temizliğin yapılması ve faili meçhul cinayetlerin sorumlusu olan polis özel harekat birliklerinin yine bu dönemde dağıtılması tesadüf değildir.
Türkiye’nin paralel anayasası diyebileceğimiz Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nden komünizmin baş tehdit olmaktan çıkarılıp, irticanın “bölcülükle” birlikte öncelikli ve baştehdit tehdit olarak değerlendirilmesinin nedeni budur. Öyle ki, 28 Şubat döneminde yeniden düzenlenen belgede, “ırkçı milliyetçilik” ve “ülkücülük” de tehdit değerlendirmesi içine alınarak, Soğuk Savaş dönemindeki “yasak ilişki” sonlandırılmak istenmiştir.
Siyasal islam, esas olarak bir Soğuk Savaş ürünüdür, emperyalizmin çocuğudur.
O güne kadar emperyelistlerin ve devletin (işbirlikçi iktidarların) kanatları altında serpilen, korunup kollanan, büyütülen ve sola karşı kullanılan islamcıların 28 Şubat dönemindeki feryatlarının nedeni bu ilişkinin koparılması, dolayısıyla sunulan olanakların yitirilme korkusudur. Kendilerini cami avlusuna bırakılmış gibi hissettiler ve buna tepki gösterdiler.
Bu tepki hiç dinmedi. Çünkü artık cami avlusuna sığmayacak kadar büyümüşlerdi.
***
TSK’nın 28 Şubat döneminde sistematik bir baskı uyguladığı da gerçektir. Fakat bu baskı, bırakın darbeyi, bir muhtıra düzeyine bile ulaşmamıştır. Ayırt edici özelliği şudur; sözkonusu dönemde her siyasal eylem ve işlem en azından formel hukuk içinde kalmış, yasal çerçevenin dışına çıkılmamıştır.
Örneğin Meclis açıktır. Hiçbir özel tutuklama gerçekleşmemiştir. Siyasal davalar açılmamış, hapishaneler doldurulmamış, işkence tezgahları kurulmamış, gazeteler yasaklanmamış, dernekler vakıflar kapatılmamıştır. RP’nn Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması bile bu çerçevede değerlendirilebilir. Yapılan şey sadece 8 yıllık kesintisiz ve zorunlu ilköğretim düzenlemesidir. Bu uygulama ise, 1960’lı yıllardan itibaren bütün eğitim şuralarında tartışılıp hakkında defalarca karar alınan bir konudur.
Bu anlamda 28 Şubat, Cumhuriyetin başlangıç ilkelerine ve kuruluş varsayımlarına dönme girişimidir. Yarım kalmış ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
***
Hatırlanacağı gibi, Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Refah Partisi (RP) ile Tansu Çiller yönetimindeki Doğru Yol Partisi (DYP) koalisyon hükümeti, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısından yaklaşık 5 ay sonra istifa etmiştir.
Üstelik Erbakan, Başbakanlığı koalisyon ortağı Tansu Çiller’e devretmek istemiş ve bu şartla istifa etmiştir. Erbakan’ın bu konudaki sözleri de ünlüdür. RP lideri, “Biz havada ikmal yapacağız” demiştir. Yani başbakanlığı Çiller’e devrederek hükümeti sürdürmek istemişlerdi.
Olan şudur; dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Erbakan’ın istifası üzerine yeni hükümeti kurma görevini Çiller’e vermemiş, böylece hükümet de düşmüştü. Ortada bir darbe değil, Demirel manevrası vardı. Eğer bir darbe olacaksa bile bu önlenmişti. Nitekim dönemin genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, “Nizamiye kapısından döndük” derken bunu kast etmiştir.
Siz hiç kendisine karşı darbe yapılan bir hükümetin 5 ay daha görevde kaldığını gördünüz mü? Ortada, geniş bir sivil kesimi de yanına alarak baskı uygulayan bir TSK ve onun deyim uygunsa "lobi" çalışmalarını aşmayan bir durum vardır. Daha ötesi değil.
***
Diğer taraftan 28 Şubat esas olarak AKP’nin ve başta Fethullah Gülen hareketi olmak üzere “ılımlı islamcı” diye düşünülen güçlerin önünü açmıştır. AKP 28 Şubat’ın çocuğudur. Öyle ki, 28 Şubat döneminde Refah Partisi parçalanmış ve kendilerine “yenilikçi” diyen ekip desteklenerek önü açılmıştır.
AKP, iktidar olmak için Batı ve ABD ile çatışmak yerine onlarla uzlaşmak gerekliliğini gören ve anlaşmayı tercih edenlerin partisidir. Bu nedenle Milli Görüş hareketini ve Erbakan'ı terk ettiler.
AKP’nin kuruluşu 28 Şubat döneminde hem askerler hem merkez medya hem de Batı ve ABD tarafından büyük bir hararetle desteklendi. AKP, Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçası, ılımlı İslam siyasetinin taşıyıcı örgütü olarak tasarlandı.
Olay bundan ibarettir.
Bilindiği gibi, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan kararlardan hareketle siyaset terminolojisine bir “28 Şubat Süreci” kavramı girmiş, bunun üzerinden yürütülen tartışmalarla yeni muhafazakar bir “edebiyat” oluşmuştu.
Dün (12 Nisan 2012) bu edebiyatın siyasal bir uzanımı olarak gerçekleştirilen ve 28 Şubat döneminde görev yapan emekli askerlerin gözaltına alınmasıyla sonuçlanan operasyon, yeni rejimin bütün kurumlarıyla kendisini tahkim etme hamlesidir.
Bu operasyon, zaten yarım kalarak başarısızlıkla sonuçlanan bir süreci (28 Şubatı) tam anlamıyla bitiren rövanşist bir siyasal eylemdir. Siyasal islamcı hareket intikam almaktadır. Cumhuriyetin başlangıç ilkelerine dönüş girişimini, artık bir anlamı kalmasa ve aradan yıllar geçse de “ibret-i alem” için ezmektedir.
Türk burjuvaszisi ve TSK kendi devrimine ihanet etmenin bedelini ödemektedir. Sol ve komünizm korkusu nedeniyle bir önceki çağın sınıf ve ideolojiyleriyle kurdukları ittifak kendi sonlarını hazırlamıştır. Dramatik bir tablodur.
***
Türkiye Soğuk Savaş kurbanı bir ülkedir. Sosyalist Bloka ve yerel devrimci hareketlere karşı geliştirilen “Yeşil Kuşak” projesi tarihsel sonuçlarını yaratmıştır. Solun önünü kesmek için ılımlısından radikaline kadar bütün eğilimleriyle desteklenen islamcı hareket, kendilerini büyüten gücü tasfiye etmektedir.
Afganistan’da Talibanı yaratanlar, Ortaçağ artığı Suudi rejimini ve Körfez emirliklerini ayakta tutanlar, Pakistan’da aydınlanma sürecini kesintiye uğratarak bu ülkeyi siyasal islama teslim edenler başta ABD olmak üzere emperyalist güçler ve onların savaş örgütü NATO’dur.
Türkiye aydınlanması ve modernleşme süreci de bugün tarihsel bir kırılma yaşamaktadır. Bir burjuva cumhuriyeti olarak Türkiye aslında NATO ordusu haline gelen TSK tarafından gericiliğe kurban edilmiştir.
Kendi solunu sürekli ve sistematik olarak asfiye eden Cumhuriyet, sonunda kendisi de tasfiye olarak dönüşmüştür. İslam dünyasına bir model olarak sunulan ‘Ilımlı İslam’ rejimi, Yeşil kuşak projesinin güncellenmesinden başka şey değildir.
Bugün bütün tarihsel, ahlaki, ideolojik, kültürel ve (hatta) hukuksal referanslarını büyük ölçüde yitirerek, varlığını ve egemenliğini açıklama yeteneği son derece sınırlanan küresel sermaye, insan bilincini yeniden teslim alarak onu bir önceki çağın zihniyet dünyasına iade etmeye çalışmaktadır.
Çünkü sorgulayıcı akla ve bilimsel bilgiye dayalı bir dünyada sermayenin kendi konumunu , en azından entellektüel ve ahlaki düzlemde savunması ve sürdürmesi neredeyse imkansızdır.
***
Sadece Türkiye’de değil, aslında bütün islam dünyasında ‘birinci cumhuriyetler’ tasfiye olmaktadır. Osmanlı-Türk modernleşme ve aydınlanmasının bir ürünü olan Cumhuriyet, AKP-Cemaat iktidarı eliyle tasfiye sürecine girince, bu modeli gecikerek ve sınırlı da olsa kendi ülkelerinde tekrarlamaya ve çağı yakalamaya çalışan bütün rejimler de çözülmeye başladı.
Irak yıkımından sonra Cezayir ve Tunus üzerinden geçip Mısır’a gelen, bugün Suriye kapısına dayanan dalganın anlamı budur. Kemalist modeli izleyen bütün rejimler yıkılmakta, yerlerine islami yönetimler kurulmaktadır.
Yeni model yine Türkiye’dir. Bu nedenle Türkiye’de süreci sonuçlandırmak ve yeni rejimi konsolide etmek gerekmektedir. Ergenekon davalarının devamı sayılabilecek son operasyonun Türkiye’nin sınırlarını aşan anlamı da budur. Bir parti ve iktidar modeli olarak AKP’nin, ABD ve Batı’nın nezdindeki değeri de buradan gelmektedir.
***
Bilindiği gibi, uzun süredir İslamcı-muhafazakâr çevreler, yeni muhafazakârlar ve kendi hayatlarına ihanet eden kimi liberaller 28 Şubat üzerinden bir mağduriyet edebiyatı oluşturmaya çalışıyorlardı.
Bir ılımlı islam rejimi olarak İkinci Cumhuriyetin tarihsel gerekçesini oluşturmak, onun ideolojik ve ahlaki arka palanını kurmak için böyle bir mağduriyet söylemine ihtiyaçları vardı. Sicillerini temizlemek istiyorlardı.
Çünkü, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri faşist darbelerini destekleyen, Soğuk Savaş döneminde bütün Kontrgerilla operasyonlarında rol alan islamcıların sicili utanç vericiydi.
Dahası aynı İslamcılar Soğuk Savaş döneminde ABD’nin hizmetine girdiklerini de itiraf etmişti. Sadece kör inanç böyle bir sicile haklı gerekçeler bulabilirdi. Sinsi, iki yüzlü ve hileye dayalı bir mücadele yöntemleri vardı.
Durum böyle olunca sözkonusu çevrelerin topluma bir “mazlum” profili vermeleri, kendi taleplerini bütün ulusun talebi olarak yeniden kurmaları gerekiyordu. İşte 28 Şubat onlara bu olanağı sundu. Geliştirilen sahte mağduriyet edebiyatı bu ihtiyacı karşıladı.
Oysa ortada ne gerçek anlamda bir darbe ne de mağduriyet vardı. Darbe görmesek 28 Şubat’ın darbe olduğuna neredeyse biz de inanacaktık. 28 Şubat ne darbedir ne de muhtıra. Bir durum olarak 28 Şubat’ın gerekçesi de tarihsel anlamı da başka yerdedir.
***
Esas olarak 28 Şubat, Türkiye’de Soğuk Savaş döneminin bitirilmesidir. Diğer NATO ülkelerinden 6 yıllık bir sapmayla “ulusal tehdit” değerlendirmesi ve algısını değiştirme çabasıdır. Susurluk olayının aynı döneme denk gelmesi, bu konuda sınırlı da olsa bir temizliğin yapılması ve faili meçhul cinayetlerin sorumlusu olan polis özel harekat birliklerinin yine bu dönemde dağıtılması tesadüf değildir.
Türkiye’nin paralel anayasası diyebileceğimiz Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nden komünizmin baş tehdit olmaktan çıkarılıp, irticanın “bölcülükle” birlikte öncelikli ve baştehdit tehdit olarak değerlendirilmesinin nedeni budur. Öyle ki, 28 Şubat döneminde yeniden düzenlenen belgede, “ırkçı milliyetçilik” ve “ülkücülük” de tehdit değerlendirmesi içine alınarak, Soğuk Savaş dönemindeki “yasak ilişki” sonlandırılmak istenmiştir.
Siyasal islam, esas olarak bir Soğuk Savaş ürünüdür, emperyalizmin çocuğudur.
O güne kadar emperyelistlerin ve devletin (işbirlikçi iktidarların) kanatları altında serpilen, korunup kollanan, büyütülen ve sola karşı kullanılan islamcıların 28 Şubat dönemindeki feryatlarının nedeni bu ilişkinin koparılması, dolayısıyla sunulan olanakların yitirilme korkusudur. Kendilerini cami avlusuna bırakılmış gibi hissettiler ve buna tepki gösterdiler.
Bu tepki hiç dinmedi. Çünkü artık cami avlusuna sığmayacak kadar büyümüşlerdi.
***
TSK’nın 28 Şubat döneminde sistematik bir baskı uyguladığı da gerçektir. Fakat bu baskı, bırakın darbeyi, bir muhtıra düzeyine bile ulaşmamıştır. Ayırt edici özelliği şudur; sözkonusu dönemde her siyasal eylem ve işlem en azından formel hukuk içinde kalmış, yasal çerçevenin dışına çıkılmamıştır.
Örneğin Meclis açıktır. Hiçbir özel tutuklama gerçekleşmemiştir. Siyasal davalar açılmamış, hapishaneler doldurulmamış, işkence tezgahları kurulmamış, gazeteler yasaklanmamış, dernekler vakıflar kapatılmamıştır. RP’nn Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması bile bu çerçevede değerlendirilebilir. Yapılan şey sadece 8 yıllık kesintisiz ve zorunlu ilköğretim düzenlemesidir. Bu uygulama ise, 1960’lı yıllardan itibaren bütün eğitim şuralarında tartışılıp hakkında defalarca karar alınan bir konudur.
Bu anlamda 28 Şubat, Cumhuriyetin başlangıç ilkelerine ve kuruluş varsayımlarına dönme girişimidir. Yarım kalmış ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
***
Hatırlanacağı gibi, Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Refah Partisi (RP) ile Tansu Çiller yönetimindeki Doğru Yol Partisi (DYP) koalisyon hükümeti, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısından yaklaşık 5 ay sonra istifa etmiştir.
Üstelik Erbakan, Başbakanlığı koalisyon ortağı Tansu Çiller’e devretmek istemiş ve bu şartla istifa etmiştir. Erbakan’ın bu konudaki sözleri de ünlüdür. RP lideri, “Biz havada ikmal yapacağız” demiştir. Yani başbakanlığı Çiller’e devrederek hükümeti sürdürmek istemişlerdi.
Olan şudur; dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Erbakan’ın istifası üzerine yeni hükümeti kurma görevini Çiller’e vermemiş, böylece hükümet de düşmüştü. Ortada bir darbe değil, Demirel manevrası vardı. Eğer bir darbe olacaksa bile bu önlenmişti. Nitekim dönemin genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, “Nizamiye kapısından döndük” derken bunu kast etmiştir.
Siz hiç kendisine karşı darbe yapılan bir hükümetin 5 ay daha görevde kaldığını gördünüz mü? Ortada, geniş bir sivil kesimi de yanına alarak baskı uygulayan bir TSK ve onun deyim uygunsa "lobi" çalışmalarını aşmayan bir durum vardır. Daha ötesi değil.
***
Diğer taraftan 28 Şubat esas olarak AKP’nin ve başta Fethullah Gülen hareketi olmak üzere “ılımlı islamcı” diye düşünülen güçlerin önünü açmıştır. AKP 28 Şubat’ın çocuğudur. Öyle ki, 28 Şubat döneminde Refah Partisi parçalanmış ve kendilerine “yenilikçi” diyen ekip desteklenerek önü açılmıştır.
AKP, iktidar olmak için Batı ve ABD ile çatışmak yerine onlarla uzlaşmak gerekliliğini gören ve anlaşmayı tercih edenlerin partisidir. Bu nedenle Milli Görüş hareketini ve Erbakan'ı terk ettiler.
AKP’nin kuruluşu 28 Şubat döneminde hem askerler hem merkez medya hem de Batı ve ABD tarafından büyük bir hararetle desteklendi. AKP, Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçası, ılımlı İslam siyasetinin taşıyıcı örgütü olarak tasarlandı.
Olay bundan ibarettir.
Bu haince girişimi eleştirenlerin sayısı az değildi
SURİYE İÇİN "WAG THE DOG!" HAYALDİ GERÇEK OLDU!
"Esed'in askerleri"
"KİLİS (CİHAN) - Türkiye-Suriye sınırının dibine kadar gelen Beşşar Esed'in askerleri, Kilis'te Türkiye tarafına ateş açtı.Kilis'teki konteyner kentte bulunan Suriyeli sığınmacılar, konteyner kentin duvarlarını aşarak Suriye tarafına geçiş yaptı. Sınırın hemen dibinde yaralanan Suriyelileri Türkiye tarafına taşıyan sığınmacılar ve Türk yetkililer Suriye tarafından açılan ateş altında kaldı. Çatışmalar devam ediyor. Çatışma Kilis'te endişe sebep oldu. Suriye tarafından açılan ateş ile bir Türk memurun yaralandığı iddia ediliyor."
Yukarıdaki haber Cihan Haber Ajansı'nın FLASH koduyla geçtiği bir haber. 9 Nisan Pazartesi tarihli. Esed'in askerleri diye tanımlamış resmi Suriye ordusu'nu. Bu arada haberin doğruluğu, geçmiş haberlere bakıldığında epey kuşkulu. Geçenlerde, El Cezire Televizyonu'ndan istifa eden haberciler, pek çok yalan haber yapmaya zorlandıkları ve Suriye'deki muhaliflere cep telefonları, bilgisayarlar dağıttıklarını açıklamışlardı. CNN muhabirinin mizansenleri, öldü denilen Suriyeli kadın ve çocukların aslında yaşadıkları, Suriyeli pilot Türkiye'ye sığındı, Urfa'da Suriye helikopteri düştü yalanları ve daha pek çoğu...
Ama bunlardan en çarpıcısı, El Cezire'nin, Libya'da yaptığıydı.
Trablus'daki meşhur "Hürriyet Kapısı"nın bulunduğu Yeşil Meydan'ın bir benzerini Katar'ın başkenti Doha'da inşa etmişti El Cezire. Bu meydanda toplanan figüranlara "kutlama" yaptırmıştı Katar Şeyhi'nin kanalı, geçen sene ağustos ayında.
link: http://stopwarcrimes.wordpress.com/2011/08/22/al-jazeeras-fake-green-square/
WAG THE DOG !
Bu Hollywood denilen sihir merkezi, bazen gerçekleri olmalarından çok önce söylüyor. 1997 yapımı "Wag the Dog" (Türkiye'de "Başkanın Adamları" ismiyle gösterilmişti) filminde gösterilenler aynıyla gerçek oluyor çakma Arap Baharı'nda. O filmde seks skandalıyla başı derde giren Clinton yönetimini kurtarmak için tezgahlanan bir sahte savaş anlatılıyordu. Robert De Niro'nun oynadığı sahtekar danışman bu skandalı temizlemek için yine üçkağıtçı bir Hollywood yapımcısı olan Dustin Hoffman'ı buluyor.
Bir manken (Kirsten Dunst) bulup ona kucağındaki bebeğiyle kaçan bir kadını oynatırlar Daha sonra montajla ona savaştan kaçan kadın süsü verirler. Savaş için akıllarına ABD ile pek bir işi olmayan Arnavutluk gelir. İkilinin hikâyesine göre, Arnavutluk ABDye saldıracaktır ve başkan kahraman olacaktır. Uzun bir süre işler böyle yürür. İnsanlar gittikçe savaşa inanmakta ve skandalı unutmaktadırlar. Sonra işler sarpa sarar, falan filan...
Bu film, bugün gerçek oluyor. Bunun öncülü aslında 1. Irak İşgali'nde yine sanırım Beyaz Saray Danışmanları'nın cin fikri olan ve CNN'e yaptırdıkları "petrole bulanmış ördek" görüntüleridir. Sonradan o görüntülerin Kanada Halifax'taki petrol tankeri faciasında çekilmiş görüntüler olduğu ortaya çıkmıştı. Ama emperyalizm için mevzu kar ve menfaat ise gerisi teferruattır. Suriye'de yeniden çekilen hollywood filmleri bunun somut kanıtı.
Bu kez işin içinde birtek CNN de yok. El Cezire var, BBC var, Fransız kanalları var. Bir de Bizim kanallar var. Sabah akşam, "Esed'in askerleri"nin halka yaptığı zulüm haberleri izliyoruz. Türkiye'yi avuta çıkaran planıyla yeniden diplomasi sahnesine dönen eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan yarın (10 Nisan'da) Suriye sınırındaki mülteci kamplarını ziyarete gelirken, bir bakıyoruz TRT'de ve diğer kanallarda mülteci kamplarındaki dramlar ve Kilis'te ise Suriye ordusunun (Pardon "Esed"in askerlerinin) açtığı ateşte bir "Türk memur"un yaralandığı haberleri...
50 BİN SINIRI
Şimdi bir de mülteci denklemine bağlı bir savaş formülüyle karşı karşıyayız. Neymiş efendim; eğer Suriye'den gelen mültecilerin sayısı 50 bini geçerse müdahale edecekmişiz. Kofi Annan gelmeden bir şeyler yapmak lazım ki 25 binden 50 bine çıkartalım bu sayıyı. Hemen ardından "muhalifler" Kilis sınırında askerlere saldırıp 6 askeri öldürüyor. Yine akınlar başlıyor vs. Hollywood yapımcıları olsa daha inandırıcı senaryolar yazardı. Ama bizim yerli dizi sektörü de son zamanlarda epey yol aldı. (Meral Okay'a Allah'tan rahmet dilerim bu vesileyle)
Yabancı ajanslar ise Esad'ın ateşkese uymadığı propagandasını yapıyorlar. Böyle bir mantık olabilir mi? 10 nisan'a kadar ateşkes sağlanamazsa Suriye yeniden hedef tahtasına konacak. E o zaman Beşar Esad'ın kanlı bir diktatör olarak kendi halkını yok ettiği haberlerine gaz vermek lazım. Bu arada Esad bu senaryoda "aptalı" oynamış oluyor.
"AĞIR TOPLAR"
Tam da tesadüf eseri Annan ile aynı gün Türkiye'ye ABD'den iki "ağır top" (Aslı Aydıntaşbaş - 09.04.2012 - Milliyet) Senatörler John Mc Cain ile Joe Lieberman geliyor. Bu ikili aynı zamanda Kongre'ye, "Suriye'nin işgali ihalesini ABD ordusu yerine Türkiye'ye veren" önerinin ve ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından da resmen uygulanan planın mimarları.
Başbakan da zaten ziyaret takviminin farkında, bu tarihi milat bellemiş. "Eğer ateşkes olmazsa 10 nisandan sonra adım atacağız" dedi Çin'e gitmeden. Çin ise Annan Planı'na, hem hükümet, hem de silahlı muhalefet kanadı nezdinde uyma ve ateşkes çağrısı yaptı. Belli ki Erdoğan, İran'dan sonra Çin'e de belirli bir misyonla gidiyor.
Yarın ve yarından sonraki günler ülkemiz için çok kritik...
Hüseyin Vodinalı
Odatv.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)