11 Haziran 2012 Pazartesi

Erdoğan'ın yeni koltuk değneği Kılıçdaroğlu


Erdoğan'ın yeni koltuk değneği Kılıçdaroğlu

Baykal'dan sonra CHP umut olmaktan iyice çıktı
Bilindiği gibi Kemal Kılıçdaroğlu, Deniz Baykal'ı koltuğundan eden kaset skandalı sonrası CHP genel başkanı olmuştu. Kılıçdaroğlu, bu sürecin başlarında toplumda bir umut yaratmıştı. Ancak 12 Eylül 2010 Referandumu ve 12 Haziran 2011 Genel Seçimleri sırasındaki etkisizliği, umudun yerini derin bir hayal kırıklığına bıraktı. Parti yönetimine getirdiği insanların CHP ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesiyle ilgilerinin olmaması, hatta sağcı ve cemaatçi kimlik taşımaları, parti tabanınında tepki yarattı. Bunların üstüne Kılıçdaroğlu'nun "Yargıda  cemaat kadrolaşması vardır demeyi doğru bulmuyorum" gibisinden açıklamaları, kendisine duyulan güveni iyice zayıflattı. Sonuçta bugün CHP, AKP'nin karşısında, onu devirip iktidara gelebilecek bir parti olarak görülmüyor. 

Kılıçdaroğlu bir lider değil
Aradan geçen zaman içinde, Kılıçdaroğlu, bu kötü gidişi durduracak bir çaba da gösteremedi.
1) Yeni CHP yönetimi, Genel Seçimlerin ertesinde tutuklu milletvekillerini serbest bıraktırmak için başvurulan 'yemin etmeme' kararını sürdüremedi, üstelik Tayyip Erdoğan'ın hakaretlerine maruz kaldılar. 
2) Tayyip Erdoğan'ın CHP ve Cumhuriyet tarihine saldırıları karşısında çok pasif kalındı. Üstelik Sabahattin Ali ve Dersim konularındaki sözleri, parti tabanında büyük rahatsızlık yarattı. Yeni CHP yönetimi kendi tarihinden utanıyormuş izlenimi verildi. 
3) AKP hükümetinin dinci diktatörlük kurma girişimleri karşısında seyirci kalındı. Kılıçdaroğlu'nun ağzından bir kere bile 'Biz iktidara geldiğimizde bunların hepsini geri alacağız, yapanlardan hesap soracağız' sözleri duyulmadı. 
4) AKP hükümetinin CHP'li belediyelerin üzerine çullanırcasına yüklenmesi kamuoyuna yeterince duyurulamadı ve anlatılamadı. 
5) Medyanın % 80'ine yakını AKP'nin yanında ama kalan % 20 hiç bir şekilde değerlendirilmiyor. Bu partinin ne AKP'yi topluma anlatmak ne de iktidara gelmekle ilgili bir stratejisi var. Muharrem İnce ve Emine Ülker Tarhan dışında CHP'den dikkat çekici çıkışlar yapan kimse yok. 

Kılıçdaroğlu, zor durumdaki Erdoğan'ın imdadına yetişti
Kılıçdaroğlu, Uludere ve Kürtaj konularındaki açıklamalarıyla büyük tepki çeken ve kendisini destekleyen liberal faşistlerin bile eleştirmeye başladığı Erdoğan'a adeta bir can simidi uzatmış oldu.
AKP, önceki partilerden biri değil. ABD'nin teşvikleri ve taktikleriyle Türkiye'deki rejimi değiştirmek için kurulmuş ve bunu da büyük ölçüde gerçekleştirmiş bir parti. Partileri kapatılmasaydı, Erdoğan'nın ustası Erbakan da  aynı yolun yolcusuydu. Bunlar olağan düzen partileri değil, dinci rejim partileri. Erdoğan ve arkadaşları ABD'nin sözünden çıkmayacaklarının güvencesini verince, iktidara taşındılar. Bu partinin iktidar oluş sürecini iyi incelemek gerekiyor. Bu süreçte Baykal'ın da yardımı oldu. Ancak, hiçbir iktidar iddiası olmayan Baykal'a bile tahammül edemediler ve sonuçta Kılıçdaroğlu sahneye çıkarıldı. 
Kılıçdaroğlu'nun da Baykal gibi Erdoğan'ı kendileri gibi olağan bir siyasetçi olarak değerlendirme hatasına düştüğü görülüyor. Oysa Erdoğan'ın artık iyice açığa çıkan amacı doğrultusunda siyaseti ve TBMM'yi sadece bir araç olarak kullandığı o kadar ortada ki, adamın davul mu çalması gerekiyor?   

Washington'daki at pazarlığı
2003 Şubat ayında o dönemin Türkiye Dışişleri bakanı Washington'da, Irak'ı işgal edecek ABD ordusunun Türkiye'de konuşlandırılması ve Türk ordusunun da işgale katılmasıyla ilgili konuları görüşmektedir. Türk tarafı kendi tezlerinde diretince, dönemin ABD başkanı oğul Bush sinirlenir ve şöyle konuşur. "Ben Teksaslıyım. Teksas’ta at pazarları kurulur. At pazarlığı için gittiğin zaman, seni çırılçıplak bırakırlar. Elinde avucunda ne varsa alırlar" Bakan Yakış da buna "Biz at pazarlığı yapmıyoruz." diye karşılık vermiş. Zaten "Türk askerinin yurtdışına gönderilmesi ve yabancı ülke askerlerinin Türk topraklarında bulunmasına ilişkin tezkere", Mart ayı başında TBMM'de reddedilecekti. 
Bundan sonra ABD ve AKP'nin işi sıkı tutmaya başladığı görülüyor. "Siz Türkiye'nin Güneydoğusunu alın, biz de diğer tarafta dinci rejimimizi kuralım" şeklinde bir at pazarlığı yapılmışa benziyor. Hem Teksas'ta böyle bir at pazarlığına tutuşacaksınız hem de 'analar ağlamasın, kan dökülmesin' diyeceksiniz. Kılıçdaroğlu işte böyle bir tabloda bir yer kapmaya çalışıyor. 

Neyi halledecekler?
Kılıçdaroğlu ve Erdoğan, patronu ABD olan PKK ile ilgili ne görüşebilir, neyi çözümleyebilir. PKK ile ilgili bir konuyu halletmek isteyen sadece ABD ile görüşürse bir sonuç alabilir.  
Demek ki, Türkiye'nin rejiminin ve sınırlarının değiştirilmesiyle sonuçlanacak bir süreci gizlemek için, çok kötü bir komedi sahneleniyor. 



lütfen dikkatle okuyun


Bu yazıyı lütfen dikkatle okuyun. Özellikle Avusturya Liseli iseniz. Mensubu olduğunuz kurumun nasıl bir uygulamaya bulaştığını görün.
Silivri’ye davayı izlemeye gittiğim günlerden birinde, Tuncay Özkan bana Avusturya Lisesi’ni ömür boyu affetmeyeceğini ve çıkar çıkmaz ilk işlerinden birinin onlarla yüzleşmek olduğunu aktarmıştı. O andan itibaren, medyadan bu konuda kulağıma yankılanan haberlerin derinine dalmaya karar verdim. Evvelsi hafta nihayet Tuncay Özkan’ın canı kadar sevdiği sevgili kızı Nazlıcan ile buluşma fırsatım oldu. Yaşadığı drama karşın son derece sağlıklı, metanetiyle dikkat çeken, babasına yakışan bir kız. Kendisini zaten mahkeme salonunda daha önce izlemiş ve etkilenmiştim.
Bir öğrencinizin babası, herhangi bir nedenle hapishanede olsa, o okulun yönetimi olarak ne yaparsınız? Tek seçeneğiniz vardır: Bu öğrenciye her açıdan destek olmak, maddi manevi sorunlarına eğilmek, ona yakın bir akrabanız gibi davranmak… Hele vaka, Tuncay Özkan’ınki gibi tüm toplumu ilgilendiren tarihi, medyatik bir dava ise, gerekirse bir psikolojik destek sağlamayı da gündeminize alabilirsiniz. Aksi düşünülebilir mi?
Bakalım Avusturya Lisesi’nde Nazlıcan neler yaşamış: Tuncay Özkan ilk içeri alındığında Okul Müdürü Ziya Bey imiş ve çok anlayışlıymış. Ardından Yasin Beşerler gelmiş, işler değişmiş. Çarşamba günleri, Nazlıcan’ın babacığını ziyaret edebileceği günü Tuncay’ın satırlarından okuyalım: “Kızım Nazlıcan, her çarşamba hiç sektirmeden geliyor. Hasretimiz tarifsiz. İçimizdeki yangın her görüşte daha da büyüyor. Her çarşamba o nedenle ibadet günü gibi. Alev alev yanan yüreğe benzin döküyoruz. Ateşe uçan pervaneler gibi, cama yapışıyoruz; açık görüşte sarılıyor, koklaşıyoruz.” İşte bu buluşmalar yüzünden Nazlıcan’ın gidemediği çarşamba okul saatleri, birileri için bahaneyi oluşturuvermiş. Önce iki Avusturyalı öğretmen, “Ergenekon, Nazi örgütü mü?” diye söylenmeye başlamışlar. Aralarından biri, Frau Berger, Nazlıcan’a “Sen gelme sınıfa artık, senden vazgeçtim, kaldın” diye çıkışmış. Nazlıcan’ın derse devam etme arzusu, duvarla buluşmuş. Olaylar bununla kalmamış, muhasebe hocası Frau Braunschmidt, derste kendisine sorular yönelten Nazlıcan’ı tersleyip “Karşımda oturma! Bilmiyorsun, soru soruyorsun. Derste zamanımı alma!” deyivermiş; fakat ruhunda 1940’ların ağır sıvıları dolaşan bu dar bakışlı kadın, bununla da yetinmemiş, Nazlıcan’ın okulda olmadığı bir gün sırasından kitap ve defterleri hışımla alıp bir kısmını çöpe, bir kısmını camdan aşağıya atmış. Burada yazımıza bir saniye ara verelim: Bu doğrudan klinik psikiyatrik tedavi gerektirdiği tartışma götürmez hareketleri yapan kişi, “öğretmenlik” gibi bir meslekte barınabilir mi? Bu hareketi yapanı işinde tutan bir “okul” saygınlığını sürdürebilir mi?
O andan itibaren ısrarla Nazlıcan ve annesi okuldaki rehberlik hocası Ayça Hanım’dan randevu istemişler. Ama nafile, diyalog “sağlanamamış”. Bunun ardından Mart 2010’da Nazlıcan’ın tasdiknamesi eline verilmiş! Bu yıl Şubat ayının 29’unda, Nazlıcan CNN’de 5N1K Programı’na katılınca olay alevlenmiş. Avusturya Lisesi ise “iddialara” 2 Mart günü bir yanıt vermiş. Fakat kamuoyunun ateşini söndürmek için ortaya sürülen bildiri içler acısı cümlelerle dolu: Lisenin iddia ettiği gibi Nazlıcan’ın 45 gün sınırına yaklaşan bir devamsızlığı olduğu, Nazlıcan ve ailesine göre kesinlikle gerçekdışı. “Belki toplasanız 15-16 gün eder etmez” diyor Nazlıcan. Avusturya Lisesi’nin kaçak güreşi bununla bitmiyor: “2010 yılı Nisan ayında öğrencinin velisi Arzu Özkan, kızının daha başarılı sonuçlar alabilmesi amacıyla, sanat alanında eğitim veren bir okulda okumasını tercih ettiğini belirterek tasdiknamesini almak üzere başvuruda bulunmuştur.” Bu da tamamen panik içinde desteksiz atış! Çünkü Nazlıcan veya ailesinin ne yazılı ne de sözlü böyle bir talepleri olmuş! Ayrıca tasdiknameyi Nazlıcan’ın eline veren okul, ne özür dilemiş ne de okula dönmesi için talep iletmiş.
Bir baba olarak Tuncay’ın isyanını iyi anlıyorum. Yaşanan bu ayıp, herkesindir. İsyan ederek Silivri’den skandalı takip eden arkadaşımdan bir yurttaş olarak özür diliyorum: Toplum bu denli tepkisiz olmasa, bir lise, böyle Nazivari tavırlara cüret edebilir miydi? Böyle bir okulun mensubu olup içinde insanlık olan herkes, yerin dibinde hisseder kendini… Lisenin mezunlarını ve tüm okul camiasını göreve davet ediyorum! (5 Haziran 2012 - Cumhuriyet)