24 Haziran 2012 Pazar

Taraf tazminata ve yalana doymuyor.


Taraf, elinde hiçbir ciddi delil olmadığı halde, polisin ve savcının iddialarını manşet yaparak insanların  kişilik haklarını çiğnemeye devam ediyor.
Yalan haber nedeniyle  birçok tazminat cezasına çarptırılan Taraf gazetesi, Aydınlık'ta yer alan bir habere göre, yine mahkum oldu. Taraf gazetesi, “İP’de kuşkulu Yargıtay krokisi” başlıklı haber ve Mehmet Baransu’nun “Büyükanıt da hedefti” köşe yazısı nedeniyle, İşçi Partisi’ne 40 bin TL tazminat ödeme cezasına çarptırıldı. 
Taraf gazetesi yazarı Mehmet Baransu, 28 Mart 2008’de yazdığı “Biri Büyükanıt’ı gözetledi” yazısında, Ergenekon operasyonu kapsamında İşçi Partisi’nde yapılan aramalarda bir CD içinde Yargıtay krokisinin ele geçirildiğini iddia etmişti. Taraf gazetesi muhabiri Soner Arıkanoğlu da, 24 Mart 2008'de yazdığı haberinde, İşçi Partisi'ne bu krokiyi savcı Ömer Faruk Eminağaoğlu'nun verdiğini yazmıştı. Eminağaoğlu bu habere karşı Kadıköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde dava açtı ve İP'nin avukatları aracılığıyla müdahil olarak katıldığı davanın sonunda, muhabir Arıkanoğlu'nu 20 bin TL tazminat ödemeye mahkum oldu. (Aydınlık)





İşte övündükleri belediyecilik: İstanbul çöktü

Takvim, 19 Haziran 2012. İstanbul'un çöküşü bu gazetenin bile manşetine çıktı.
Türkiye'deki sağcı belediyelerin en çok övündükleri konuların başından 'işbitiricilik' gelir. Süleyman Demirel'in piyasaya sürdüğü 'İki koyunu - iki kazı güdemezler'  makarasıyla, özellikle CHP'li siyasetçileri beceriksizlikle suçlarlar. 'İşbitiricilik'ten kasıt, vahşi bir hazine ve çevre yağmasıdır. Eğer bir belediye başkanı çevreye saygılı davranıyor, yağmaya, rant vurgunlarına izin vermiyorsa, hemen 'iki kazı - üç koyunu güdemeyen' biri olur çıkar. 
Oysa, işbitirici belediyecilik, yıkım demektir. Bazı süslü gökdelenlerle, alışveriş merkezleriyle bir süre göz boyayabilirsiniz, ama önünde sonunda iflas kaçınılmazdır. 


'işbitirici belediyeler, büyük kentlerin felaketi oldu'
Bir belediyenin temel görevi nedir? O kasabada ya da kentte yaşayan insanların hayatını kolaylaştırmak, öyle değil mi? insanlar rahat ve temiz caddelerde yürüsün, ikide bir kesilmeyen temiz su kullansın, işine, okuluna rahatça gidip gelebilsin. Yürüyüş ve spor yapabileceği alanlar, dinlenebileceği parklar, müzik dinleyip tiyatro oyunu izleyebileceği açık ya da kapalı merkezler, müzeler, sergi salonları, hayvanat bahçeleri olsun. Bölgede sanayi varsa, çevreye zarar vermeyecek şekilde düzenlensin, geliştirilsin. Eğer bölgeye nüfus akımı  varsa, kasabanın ya da kentin tarihsel dokusunu bozmadan, yeni yerleşim alanları geliştirsin. Su havzaları ve yeşil alanları korusun. 
Peki, yakın tarihimizde böyle mi oldu? Tam tersine. Çünkü, işbitirici başbakanlar ve  işbitirici belediyeler işbaşındaydı. Türkiye, örneğin ABD gibi 'daha dün' kurulmuş bir yerleşim bölgesi değil. Hemen her kasaba ve kentinin tarihsel bir dokusu vardı. Vardı, diyoruz çünkü artık pek kalmadı. 
İşbitirici belediyeler ne yaptı? Kasabanın ya da kentin tarihsel dokusunu korumak yerine, yıkılıp çirkin apartmanlar ve iş hanları yapılmasına yol verdiler. Kasaba ya da kente yeni genişleme alanları yaratmak yerine, var olan  yerleşim bölgelerinin üstünden buldozer gibi geçtiler. Sanki ülke işgal ve talan ediliyordu. 1950'den beri ülkede egemen olan bu sağcı soyguncu sınıf her ağzını açışta 'ecdadımız, ata yadigarı topraklar, elhamdülillah Müslümanız!' laflarını etmiş ama geçmişine, tarihsel mirasına canavarca davranmıştır. Bu zihniyet ayrıca çevrenin de amansız düşmanıdır. Yönetim alanlarında deniz, nehir ya da göl varsa kirlilikten, pislikten, kokudan geçilmez. 
Menderes, kamuoyuna söylediğinin aksine, Högg'ün önerilerini kulak ardı etti.
1950'ler ve Menderes - Bayar dönemi
1950'lerde İstanbul'un nüfusu çok daha azdı ama içinde boğuştuğu keşmekeş günümüzden farksızdı. Artan işgücü talebini karşılamak için kırsal kesimlerden gelenler için yeni yerleşim bölgeleri gerekliydi. Devleti yönetenler bunun gereğini yapamayınca, vatandaş kendi başını çaresine baktı. Kentin çevresindeki boş yerlere sonradan gecekondu adı verilecek basit evler yapmaya  başladı. Bu evler gitgide çoğaldı ve plansız, altyapısı yetersiz, yamuk yumuk semtler ve ilçeler ortaya çıktı. 
İstanbul'un durumu daha o zamanlar çok kötü olduğu için, devleti yönetenler bir şeyler yapmak gereğini duyuyordu. Yurtdışından şehircilik uzmanları getirtiliyor ve geleceğ dönük planlar yaptırılıyordu. Dönemin basınında Alman profesör Högg diye geçen Hans Högg, bunlardan biriydi. Högg'den, dönemin basınının anlatımıyla şu sorulara cevap bulması bekleniyordu: 
1. Şehir dağılmalı mı, dağılmamalı mı?
2. İstanbul bir sanayi şehri olmalı mı olmamalı mı?
3.Tarihi abidelerin ve tabii güzelliklerin muhafazası.
4.Şehrin trafik durumu ve yollar.
Högg İstanbul için şöyle düşünüyordu: "İstanbul ancak kültür, ticaret ve liman şehri, ikamet ve sayfiye, bir turist şehri olarak tavsiye edilebilir. Ağır sanayi şehri olmamalıdır." 
Alman şehircilik uzmanı, İstanbul'un güzelliklerinin korunmasından yanaydı: "İstanbul'un siluetini muhafaza etmek lazımdır. Abidevi (anıtsal) yapıların yanına sokulmuş çirkin ve pis binalar temizlenmeli, tarihi yapılar muhafaza edilmelidiri Ancak, abidelerin civarında, onların görünüşlerini bozmayacak yeni yapıla vücuda getirilebilir. Fakat bu yeni inşaat tabiati (doğayı) değerlendirmeli, kıymet vermelidir."
Gazetelerde dönemin başbakanı Adnan Menderes'in Högg'ün yaklaşımını benimsediği yazıyor ama anlaşılan bu açıklamalar lafta kalmış. Şehir korunmak yerine, her geçen yıl daha da bozuldu. Çünkü, önemli olan İstanbul'un iyi korunmuş ve geliştirilmiş bir kent olması değil, doymak bilmeyen bir soyguncu sınıfın alabildiğince çok rant elde etmesiydi.  



Adnan Menderes bugünkü Millet ve Vatan caddelerini açtırmak için birkaç tarihi mahalleyi devlet gücüyle ortadan kaldırdı. Bu caddelerin açılması neyi çözdü? Geçici bir rahatlamanın ardından yine büyük bir tıkanıklık baş gösterdi. Açık hava müzesi gibi bir yerden böyle yollar geçirmek kent içi ulaşıma fazla bir katkı sağlamadığı gibi, tarihsel miras da tahrip edilmiş oldu.   
Bu haber, Tayyip Erdoğan'ın dünya görüşünü ve kültürel kökenlerini tartışılmaz bir şekilde ortaya koyuyor. 
Günümüzde gelinen nokta: İflas!
Bugün İstanbul iflas etmiş durumda. Bir noktadan bir başka noktaya gitmek saatler sürüyor. Ve neredeyse 15 yıldır İstanbul Belediyesi, bu rantçı sınıfın elinde. Rant, hep rant derken, şehir tümüyle kördüğüm oldu. Sözcü yazarı Necati Doğru 23 Haziran 2012 tarihli gazetede şöyle yazdı: "İstanbul Şişli Meydanı’ndan 4. Levent’e kadar olan 2 kilometrelik ana yol üzerinde son 10 yılda 40 tane Alışveriş Merkezi, Rezidans dedikleri lüks konutlar, pahalı plazalar yapıldı. Bu güzergahta 10 yılda 15 milyar dolar değerinde lüks inşaat rantı yaratıldı."
AKP'nin iktidara gelmesiyle artık önlerinde hiçbir engel kalmayan rantçı sınıf, aldığı mesafeye rağmen, yine de doymamakta. Necati Doğru, aynı yazısında bu akıl almaz rant vurgununa bir örnek veriyor:  
"Esentepe’de 15 bin metrekare büyüklükteki arsayı normal olarak devlet kuruluşu TMSF’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Şişli Belediyesi’nden imar izni isteyip“ doğacak olan lüks inşaat rahtını devlete kazandırması” gerekirdi.
Çocuğun bile aklına gelir.
TMSF’nin aklına gelmedi.
İmar değişikliği kararı çıkartamadan arsayı ihaleye açtı. Zengin bankacı Hüsnü Özyeğin, arsayı 43 milyon TL’ye satın aldı. İhale şartnamesinde“ 10 gün içinde bir başkası bu 43 milyon TL’nin yüzde 10 daha fazlasını verirse arsa ona geçer” maddesi konuluyordu.
Torunlar diye bir şirket çıktı.
Yüzde 10 daha fazla verdi.
Uzanların arsası 47 milyon liraya Torunların oldu. Hemen Büyük Şehir Belediyesi ile Şişli Belediyesi’nden “imar değişikliği” istediler. Yüzde 2 emsal yüzde 2.75’e çıkartıldı. Arsaya 70 bin metrekare ilave inşaat yapma hakkı doğdu. Ayrıca karara bodurum katları emsale dahil değildir, notu da eklendi. Bu notla arsaya 130 bin metrekare daha fazla lüks inşaat yapma hakkı doğdu. 47 milyon TL ile devletten alınan arsanın değeri, imar değişikliği ile 500 milyon TL’ye çıktı.
Vurgun tepesi böyle doğdu.
Normal doğum değil.
Açıkça kürtaj yapıldı."

Yazının devamında bir vatandaşın dava açtığını ve Danıştay'ın bu işlemi iptal ettiğini öğreniyoruz. Ancak, bunlar artık yargı filan dinlemiyor. Yine bildiklerini okuyacaklardır. 


Haziran 2012'de İzmir'de yapılan AKP il kongresi'de birtakım AKP'li gençler 'İzmir hastaİzmir yasta, seni bekliyor Büyük Usta ' yazan bir pankart açmıştı. Bilindiği gibi AKP İzmir'de Belediye seçimlerini bir türlü kazanamadığı için İstanbul ve Ankara gibi bu kenti mahvedemedi.  İşte bu zihniyet 'İzmir hasta' diyor. Başka söze gerek var mı?