24 Haziran 2012 Pazar

Taraf tazminata ve yalana doymuyor.


Taraf, elinde hiçbir ciddi delil olmadığı halde, polisin ve savcının iddialarını manşet yaparak insanların  kişilik haklarını çiğnemeye devam ediyor.
Yalan haber nedeniyle  birçok tazminat cezasına çarptırılan Taraf gazetesi, Aydınlık'ta yer alan bir habere göre, yine mahkum oldu. Taraf gazetesi, “İP’de kuşkulu Yargıtay krokisi” başlıklı haber ve Mehmet Baransu’nun “Büyükanıt da hedefti” köşe yazısı nedeniyle, İşçi Partisi’ne 40 bin TL tazminat ödeme cezasına çarptırıldı. 
Taraf gazetesi yazarı Mehmet Baransu, 28 Mart 2008’de yazdığı “Biri Büyükanıt’ı gözetledi” yazısında, Ergenekon operasyonu kapsamında İşçi Partisi’nde yapılan aramalarda bir CD içinde Yargıtay krokisinin ele geçirildiğini iddia etmişti. Taraf gazetesi muhabiri Soner Arıkanoğlu da, 24 Mart 2008'de yazdığı haberinde, İşçi Partisi'ne bu krokiyi savcı Ömer Faruk Eminağaoğlu'nun verdiğini yazmıştı. Eminağaoğlu bu habere karşı Kadıköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde dava açtı ve İP'nin avukatları aracılığıyla müdahil olarak katıldığı davanın sonunda, muhabir Arıkanoğlu'nu 20 bin TL tazminat ödemeye mahkum oldu. (Aydınlık)





İşte övündükleri belediyecilik: İstanbul çöktü

Takvim, 19 Haziran 2012. İstanbul'un çöküşü bu gazetenin bile manşetine çıktı.
Türkiye'deki sağcı belediyelerin en çok övündükleri konuların başından 'işbitiricilik' gelir. Süleyman Demirel'in piyasaya sürdüğü 'İki koyunu - iki kazı güdemezler'  makarasıyla, özellikle CHP'li siyasetçileri beceriksizlikle suçlarlar. 'İşbitiricilik'ten kasıt, vahşi bir hazine ve çevre yağmasıdır. Eğer bir belediye başkanı çevreye saygılı davranıyor, yağmaya, rant vurgunlarına izin vermiyorsa, hemen 'iki kazı - üç koyunu güdemeyen' biri olur çıkar. 
Oysa, işbitirici belediyecilik, yıkım demektir. Bazı süslü gökdelenlerle, alışveriş merkezleriyle bir süre göz boyayabilirsiniz, ama önünde sonunda iflas kaçınılmazdır. 


'işbitirici belediyeler, büyük kentlerin felaketi oldu'
Bir belediyenin temel görevi nedir? O kasabada ya da kentte yaşayan insanların hayatını kolaylaştırmak, öyle değil mi? insanlar rahat ve temiz caddelerde yürüsün, ikide bir kesilmeyen temiz su kullansın, işine, okuluna rahatça gidip gelebilsin. Yürüyüş ve spor yapabileceği alanlar, dinlenebileceği parklar, müzik dinleyip tiyatro oyunu izleyebileceği açık ya da kapalı merkezler, müzeler, sergi salonları, hayvanat bahçeleri olsun. Bölgede sanayi varsa, çevreye zarar vermeyecek şekilde düzenlensin, geliştirilsin. Eğer bölgeye nüfus akımı  varsa, kasabanın ya da kentin tarihsel dokusunu bozmadan, yeni yerleşim alanları geliştirsin. Su havzaları ve yeşil alanları korusun. 
Peki, yakın tarihimizde böyle mi oldu? Tam tersine. Çünkü, işbitirici başbakanlar ve  işbitirici belediyeler işbaşındaydı. Türkiye, örneğin ABD gibi 'daha dün' kurulmuş bir yerleşim bölgesi değil. Hemen her kasaba ve kentinin tarihsel bir dokusu vardı. Vardı, diyoruz çünkü artık pek kalmadı. 
İşbitirici belediyeler ne yaptı? Kasabanın ya da kentin tarihsel dokusunu korumak yerine, yıkılıp çirkin apartmanlar ve iş hanları yapılmasına yol verdiler. Kasaba ya da kente yeni genişleme alanları yaratmak yerine, var olan  yerleşim bölgelerinin üstünden buldozer gibi geçtiler. Sanki ülke işgal ve talan ediliyordu. 1950'den beri ülkede egemen olan bu sağcı soyguncu sınıf her ağzını açışta 'ecdadımız, ata yadigarı topraklar, elhamdülillah Müslümanız!' laflarını etmiş ama geçmişine, tarihsel mirasına canavarca davranmıştır. Bu zihniyet ayrıca çevrenin de amansız düşmanıdır. Yönetim alanlarında deniz, nehir ya da göl varsa kirlilikten, pislikten, kokudan geçilmez. 
Menderes, kamuoyuna söylediğinin aksine, Högg'ün önerilerini kulak ardı etti.
1950'ler ve Menderes - Bayar dönemi
1950'lerde İstanbul'un nüfusu çok daha azdı ama içinde boğuştuğu keşmekeş günümüzden farksızdı. Artan işgücü talebini karşılamak için kırsal kesimlerden gelenler için yeni yerleşim bölgeleri gerekliydi. Devleti yönetenler bunun gereğini yapamayınca, vatandaş kendi başını çaresine baktı. Kentin çevresindeki boş yerlere sonradan gecekondu adı verilecek basit evler yapmaya  başladı. Bu evler gitgide çoğaldı ve plansız, altyapısı yetersiz, yamuk yumuk semtler ve ilçeler ortaya çıktı. 
İstanbul'un durumu daha o zamanlar çok kötü olduğu için, devleti yönetenler bir şeyler yapmak gereğini duyuyordu. Yurtdışından şehircilik uzmanları getirtiliyor ve geleceğ dönük planlar yaptırılıyordu. Dönemin basınında Alman profesör Högg diye geçen Hans Högg, bunlardan biriydi. Högg'den, dönemin basınının anlatımıyla şu sorulara cevap bulması bekleniyordu: 
1. Şehir dağılmalı mı, dağılmamalı mı?
2. İstanbul bir sanayi şehri olmalı mı olmamalı mı?
3.Tarihi abidelerin ve tabii güzelliklerin muhafazası.
4.Şehrin trafik durumu ve yollar.
Högg İstanbul için şöyle düşünüyordu: "İstanbul ancak kültür, ticaret ve liman şehri, ikamet ve sayfiye, bir turist şehri olarak tavsiye edilebilir. Ağır sanayi şehri olmamalıdır." 
Alman şehircilik uzmanı, İstanbul'un güzelliklerinin korunmasından yanaydı: "İstanbul'un siluetini muhafaza etmek lazımdır. Abidevi (anıtsal) yapıların yanına sokulmuş çirkin ve pis binalar temizlenmeli, tarihi yapılar muhafaza edilmelidiri Ancak, abidelerin civarında, onların görünüşlerini bozmayacak yeni yapıla vücuda getirilebilir. Fakat bu yeni inşaat tabiati (doğayı) değerlendirmeli, kıymet vermelidir."
Gazetelerde dönemin başbakanı Adnan Menderes'in Högg'ün yaklaşımını benimsediği yazıyor ama anlaşılan bu açıklamalar lafta kalmış. Şehir korunmak yerine, her geçen yıl daha da bozuldu. Çünkü, önemli olan İstanbul'un iyi korunmuş ve geliştirilmiş bir kent olması değil, doymak bilmeyen bir soyguncu sınıfın alabildiğince çok rant elde etmesiydi.  



Adnan Menderes bugünkü Millet ve Vatan caddelerini açtırmak için birkaç tarihi mahalleyi devlet gücüyle ortadan kaldırdı. Bu caddelerin açılması neyi çözdü? Geçici bir rahatlamanın ardından yine büyük bir tıkanıklık baş gösterdi. Açık hava müzesi gibi bir yerden böyle yollar geçirmek kent içi ulaşıma fazla bir katkı sağlamadığı gibi, tarihsel miras da tahrip edilmiş oldu.   
Bu haber, Tayyip Erdoğan'ın dünya görüşünü ve kültürel kökenlerini tartışılmaz bir şekilde ortaya koyuyor. 
Günümüzde gelinen nokta: İflas!
Bugün İstanbul iflas etmiş durumda. Bir noktadan bir başka noktaya gitmek saatler sürüyor. Ve neredeyse 15 yıldır İstanbul Belediyesi, bu rantçı sınıfın elinde. Rant, hep rant derken, şehir tümüyle kördüğüm oldu. Sözcü yazarı Necati Doğru 23 Haziran 2012 tarihli gazetede şöyle yazdı: "İstanbul Şişli Meydanı’ndan 4. Levent’e kadar olan 2 kilometrelik ana yol üzerinde son 10 yılda 40 tane Alışveriş Merkezi, Rezidans dedikleri lüks konutlar, pahalı plazalar yapıldı. Bu güzergahta 10 yılda 15 milyar dolar değerinde lüks inşaat rantı yaratıldı."
AKP'nin iktidara gelmesiyle artık önlerinde hiçbir engel kalmayan rantçı sınıf, aldığı mesafeye rağmen, yine de doymamakta. Necati Doğru, aynı yazısında bu akıl almaz rant vurgununa bir örnek veriyor:  
"Esentepe’de 15 bin metrekare büyüklükteki arsayı normal olarak devlet kuruluşu TMSF’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Şişli Belediyesi’nden imar izni isteyip“ doğacak olan lüks inşaat rahtını devlete kazandırması” gerekirdi.
Çocuğun bile aklına gelir.
TMSF’nin aklına gelmedi.
İmar değişikliği kararı çıkartamadan arsayı ihaleye açtı. Zengin bankacı Hüsnü Özyeğin, arsayı 43 milyon TL’ye satın aldı. İhale şartnamesinde“ 10 gün içinde bir başkası bu 43 milyon TL’nin yüzde 10 daha fazlasını verirse arsa ona geçer” maddesi konuluyordu.
Torunlar diye bir şirket çıktı.
Yüzde 10 daha fazla verdi.
Uzanların arsası 47 milyon liraya Torunların oldu. Hemen Büyük Şehir Belediyesi ile Şişli Belediyesi’nden “imar değişikliği” istediler. Yüzde 2 emsal yüzde 2.75’e çıkartıldı. Arsaya 70 bin metrekare ilave inşaat yapma hakkı doğdu. Ayrıca karara bodurum katları emsale dahil değildir, notu da eklendi. Bu notla arsaya 130 bin metrekare daha fazla lüks inşaat yapma hakkı doğdu. 47 milyon TL ile devletten alınan arsanın değeri, imar değişikliği ile 500 milyon TL’ye çıktı.
Vurgun tepesi böyle doğdu.
Normal doğum değil.
Açıkça kürtaj yapıldı."

Yazının devamında bir vatandaşın dava açtığını ve Danıştay'ın bu işlemi iptal ettiğini öğreniyoruz. Ancak, bunlar artık yargı filan dinlemiyor. Yine bildiklerini okuyacaklardır. 


Haziran 2012'de İzmir'de yapılan AKP il kongresi'de birtakım AKP'li gençler 'İzmir hastaİzmir yasta, seni bekliyor Büyük Usta ' yazan bir pankart açmıştı. Bilindiği gibi AKP İzmir'de Belediye seçimlerini bir türlü kazanamadığı için İstanbul ve Ankara gibi bu kenti mahvedemedi.  İşte bu zihniyet 'İzmir hasta' diyor. Başka söze gerek var mı?  



23 Haziran 2012 Cumartesi

Medya değil propaganda makinesi












Bu hafta medyada geniş yer bulan bir haber, Türk medyasının nasıl beyinsiz bir propaganda makinesine dönüştürüldüğünü açık bir şekilde ortaya koydu. Cumhuriyet yazarı Mustafa Sönmez, köşesinde bu 'propaganda - haber'in çözümlemesini yaptı.

İneğe Öykünen Kurbağa Misali...
“Türk filmi gibi, bir güzel haber...” başlığıyla vermişti rehine medya cenahından Akşam gazetesi ve devam ediyordu; “Bir zamanlar borç alabilmek için IMF kapılarını aşındıran Türkiye, ‘Kapında beklettiğin o genç adam vardı ya’ diyecek, IMF’ye 5 milyar dolar ‘avans’ verecek.” Bir başka rehine medya grubunun gazetesi Habertürk’ün başlığı ise şöyleydi:
“Nereden nereye!” Ve devam ediyordu gazete: “Kriz kumbarasına Türkiye’den 5 milyar dolar! Bir dönem IMF’nin kriz reçeteleri önerdiği Türkiye, bugün Avrupa’yı yıkım noktasına taşıyan krizde taşın altına elini koyan kurtarıcı ülkeler arasında yerini aldı.”
Rehine burjuvazi geri kalır mıydı yağlamada? O da kaçırmıyordu fırsatı. Dönemin rantiyelerinden Hüsnü Özyeğin, ne demişti: “11 Eylül sonrası Türkiye IMF’den 30 milyar dolar borç aldı. G20 zirvesinde IMF’ye 5 milyar dolar borç verilmesi onaylandı. Türkiye IMF’ye kredi veren, borç alan değil borç veren ülke haline geldi.”
İktidara dalkavukluk fırsatının hiçbirini ıskalamayan rehine medya ve rehine burjuvaziden bu örneklerden sonra gerçeğe dönelim. Nedir IMF’ye Türkiye’nin borç verme efsanesinin(!) aslı astarı? Yağdanlık devlet kurumuAnadolu Ajansı’ndan bütün medyaya servis edilen haberin gerçeği şu: Küresel kriz ile birlikte ihtiyaç duyan ülkelere müdahale imkânını arttırmak isteyen, bunun için de kaynaklarını çoğaltmak isteyen IMF, kendisine üye olan 188 ülkenin 37’sinden, ihtiyaç duyması halinde, kredi sözü aldı. Bu 37 ülke 456 milyar dolar kredi taahhüdünde bulundu. Ne demek taahhüt? IMF, ihtiyaç duyduğunda bu ülkelerden, söz verdikleri krediyi faizine mukabil alabilecek. Hangi ülke, ne taahhüt etti? Başta belirtelim; büyük cari açık veren ABD’den tık çıkmadı. Listede ABD yok. Buna karşılık, öncelikle krizden daha az etkilenen ve cari fazlası olan ülkeler taahhütte bulundular. Japonya 60, Almanya 55, Çin 43 milyar dolar borç verebilirim, dedi. Cari fazla vermese de Fransa, 42 milyar dolar taahhütte bulundu. İşin tuhafı, krizden fena halde kıvrananlar “Damdan düşenin halinden damdan düşen anlar”misali ciddi miktarda taahhütte bulundular. İtalya 31, İspanya 19 milyar dolar verebilirim, dedi. Şimdi bu toplamı 456 milyar doları bulan taahhüdün içindeTürkiye de yüzde 1’e yakın, 5 milyar dolar verebileceğini açıkladı. Ortada verilmiş bir borç yok, sadece ihtiyaç duyulur, kapım çalınırsa ben de 5 milyar dolar kredi verebilirim, sözü var. Olay bundan ibaret. Oluşturulmuş bu havuzun toplamında yüzde 1’i ancak bulan Türkiye taahhüdünü, bir “başarı öyküsü” haline de ancak necip Türk medyası ve yağdanlık iş dünyası getirebilirdi, getirdi de.
***
Çarpıtan çarpıtana. Borç vermek-almak deyince, sadece IMF diye bir kurum varmış gibi, bir zamanlar borç alırdık, şimdi veriyoruz, türü gerçeklikle hiç ilgisi olmayan süfli şişinmeler, Türkiye’nin gerçek borç kamburunu kamuflaja çabalayan devekuşu zavallılıkları var ortada…
Türkiye’nin IMF’ye kalan borcu, 4 milyar dolar küsur ama TC devleti, IMF’ye değilse de Dünya Bankası’na, başka uluslararası kuruluşlara 30 milyar dolar borçlu. Bunun üstüne özel bankalara olan kamu borçlarını koyun, eder 40 milyar dolar. Bunun üstüne tahville yapılmış 50 milyar dolarlık devlet borcunu koyun, eder 90 milyar dolar. Bunun üstüne 10 milyar dolara yakın kısa vadeli kamu borcunu ekleyin, TC devletinin 100 milyar dolar dış borçlu olması gibi bir gerçeklik var karşımızda. Bu borcun çok azı IMF’ye diye, borcu olmayan bir devlet görüntüsü vermenin neresi ahlaki? Gelelim özel borçlara; Özyeğin cenahının yani özel sektörün dışarıdan borçlanmaları ise 200 milyar doların üstünde. Yani toplam borçların üçte ikisi. Üstelik dörtte biri kısa vadeli borç. Yani ortada 310 milyar dolar dış borcu olan bir ülke gerçeği varken, IMF’nin kriz havuzuna yüzde 1 katkı sözüne vıcık vıcık methiyeler düzme zavallılığı var.
Bu haberin manşetlere çekildiği gün yayımlanan bir TÜİK bültenini ise yandaş ve rehine medya görmezden geldi. Hiç şaşırtmadan…
20 Haziran tarihli bu bülten, Cumhurbaşkanı’na kadar alay konusu yapılan krizdeki Avrupa’da, Türkiye’yi de kantara çıkarıyor ve son yılların sıcak para üfürmeli büyümesine karşın, AB ortalamasının ancak yarısına gelen bir yerde olduğumuzu hatırlatıyordu. Türkiye, satın alma gücü paritesiyle kişi başına gelir açısından, acıdığı Yunanistan’dan 30 puan gerideydi. Polonya, Macaristan bile Türkiye’den 13 puan ilerideydi. Türkiye, ancak (Yunanistan hariç) eski bakiyesi Balkan ülkeleri ile boy ölçüşecek yerdeydi daha…
İneğe öykünen kurbağa misali, bedenini şişirip, ruhunu küçülten bir toplum olma yolunda son sürat gidiyoruz. Haydi hayırlısı…

18 Haziran 2012 Pazartesi

Akıllara durgunluk veren kadrolaşma



18 Haziran 2012 tarihli Yurt gazetesinin manşetinde yer alan haber, AKP hükümetinin kadrolaşma konusunda hiçbir hukuk ve ahlak kuralını tanımadığını bir kez daha belgeliyor. Haber şöyle:


İktidarın yargıdaki kadrolaşması tüm hızıyla sürüyor. Yüksek yargıya iktidarın hoşuna giden yargıçların atanmasının ardından bu kez AKP'li veya cemaatçi avukatların yargıçlığa ve savcılığa geçmeleri için 'adrese teslim sınav' düzenlendiği saptandı. AKP'li Merzifon Belediye Meclisi üyesi ve eşi sınavda birinci ve ikinci oldu. Birincilik sınavdan 12 gün önce yazıldı ve doğru çıktı. CHP Konya milletvekili Atilla Kart, sınav sorularının önceden adaylara verildiğini iddia etti. 


Sonucu önceden belliydi
Adalet bakanlığı tarafından düzenlenen, skandallarıyla ünlü Ölçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından yapılan "2012 Adalet Bakanlığı Avukatlar için Adli Yargı Hakim ve Savcı Adaylığı Sınavı" 6 Mayıs 2012'de gerçekleştirildi. Avukatlar arasından hakimlik ve savcılığa geçmek isteyenler arasında yapılan sınava 1758 kişi başvurdu. Bunlardan 1589'unun başvurusu kabul edildi. Sınav sonuçları 30 Mayıs 2012'de açıklandı. 
Milliyet yazar Melih Aşık'ın köşesinde yer alan bilgilere göre; sonuçların açıklanmasından tam 13 gün önce, internette "Razmoni" rumuzlu bir kişi, sınavı 250 - 300 kişinin kazanacağını, hiçbir sorunun iptal edilmeyeceğini ve birincinin Ahmet Kahraman olacağını yazdı. Sınavda Razmoni'nin belirttiği gibi Avukat Ahmet KAhraman 93.5 puanla birinci, Merzifon Belediye Meclisi üyesi olan AKP'li eşi Atanur Nalan Kahraman da 93.2 puan ile ikinci oldu. 271 kişinin başarılı olduğu sınavda avukat olan Mehmet ve Maviye Keleş çiftinin de peşpeşe dereceye girmesi dikkat çekti. Maviye Keleş 16, Mehmet Keleş ise 17. geldi. 


"Sorular servis edildi"
Konuya ilişkin olarak Meclis'te bir basın toplantısı düzenleyen CHP Konya milletvekili Atilla Kart, Avukatlık Mesleğinden Yargıçlık ve Savcılık Mesleğine geçiş Sınavı'nda yapılan adaletsizliklerin, hukuksuzlukların insaf tanımaz boyutlara ulaştığını belirtti.


Bu haberde bir nokta daha size şaşırtıcı gelmiş olmalı. Sınavın iptali için ilgili bir mahkemeye başvuru yapılıp yapılmadığı belirsiz. Herhalde yapılmamış. Hangi savcı ve hangi mahkeme böyle bir davayı kabul eder ki? 

Gülen ve Erdoğan'a: Dürüst olun!

CHP Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan, ABD’de yaşayan Fetullah Gülen’i eleştirdi ve 'siyasetinizi namusluca yapın' çağrısında bulundu.  

CHP Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan, ABD’de yaşayan Fetullah Gülen’in Başbakan Tayyip Erdoğan’ın çağrısına olumsuz yanıt vermesiyle ilgili olarak “Yol temizliğini daha derin yapın ki, dönebilelim buyurmuşlar. Her darbe dönemi kıvrak tavrı ile bilinen bu politikaya çok meraklı hizmet erbabı artık bir parti kurmalı. Yüreğiniz varsa çıkın ortaya ve kimseye yaslanmadan yapın siyasetinizi namusluca” çağrısı yaptı.

Tarhan , yaptığı yazılı açıklamada “İkamet ettikleri çok eyaletli ülke, yaşadıkları refah ve koruma kalkanları ile haklarında bir fikir yürütmemizi sağlayan birileri, ‘bizde hizmet etme aşkından başka bir şey yok’ diyen birileri, hizmetin ardında saklanan kudret arzusunu, hizmet ettiğini söyleyenin efendi olabilme hırsını biz göremiyoruz zannetmişler” dedi. Tarhan, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Başbakanın davetine huzursuzlanıp ağlayarak, ‘Ülkede başımıza türlü haller gelebilir, dönemeyiz’ demişler. Yani temizlik harekatını hızlandırın ki, yol temizliğini daha derin yapın ki, dönebilelim buyurmuşlar. Dikensiz gül bahçesi muhalefetsiz bir hizmet sektörü mesajları ile yine bizi bizden almışlar. Her darbe dönemi kıvrak tavrı ile bilinen bu politikaya çok meraklı hizmet erbabı artık bir parti kurmalı diyorum. Kim olduğunu, kimlerle işbirliği içinde olduğunu halka anlatmalı, meydanlarda söyleyeceği ne varsa söylemeli. Söylemeli ki, halkımız da kimlerle muhatap olduğunu bilsin. Hem, görmüyor musunuz artık özel yetkili gazetecilerle, ses kayıtlı medya linçleriyle yapılan siyaset kabak tadı veriyor. Özel yetkili mahkemelerle gözdağı vererek nereye kadar götürebilirsiniz bu işi, muhalifleri tek tek yok edemezsiniz ya. En az 3 olmayabilir ama bizim de çocuklarımız var. Silivri’ye kapatmakla bizi tüketemez, ancak mücadeleyi bayraklaştırırsınız. Biliniz ki, korkaklar kapı arkasından siyaset yapar, her eleştiriye kasetle cevap verme yüreksizliğini gösterir. Siz böyle değilseniz, yüreğiniz varsa çıkın ortaya ve kimseye yaslanmadan yapın siyasetinizi namusluca.”

Tarhan, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı tartışmalarıyla ilgili “Bizde koltuk kavgası yok” sözlerini de eleştirdi. Tarhan,“Çünkü bütün koltukları ben dizayn ederim. Cumhurbaşkanlığı koltuğunu da koltuktan saymam zaten ben başkanlık koltuğu isterim, demiş aslında. Sadece benim kendim için koltuk isteme ve koltukları dağıtma hakkım var başkaları hiç heves etmesin, seslerini kesip otursunlar, demiş. Yazık ki ne yazık” dedi. Önceleri hiç olmazsa “kendim için bir şey istiyorsam namerdim” deme inceliğini gösterenler bulunduğunun altını çizen Tarhan, “Hem öte dünya hem fani dünya nimetlerine pek meraklı Başbakan, sen çıkıp, bu yürekliliği gösterebilir misin? Çıkıp bize diyebilir misin ki, benim koltukta gözüm yok, başkanlık koltuğunu kendim için istiyorsam namerdim? Üçüncü dönemden sonra kimseyle koltuk kavgam olmayacaktır? diyebilir misin? Bekliyoruz.” açıklamasını yaptı. 

(Cumhuriyet, 18 Haziran 2012)

17 Haziran 2012 Pazar

Ancak suçlular böyle korkar

Aydınlık, bu manşetinde FT'nin dönmeyişine farklı bir yorum getiriyor. (17 Haziran 2012) 


The Cemaat cephesinin gazetelerine ve yazarlarına baktığınız zaman, büyük bir dehşet ve korku içinde oldukları izlenimini alıyorsunuz. Hatta, Tayyip Erdoğan'ın 'dön' çağrısına, Fethullah Gülen 'rövanş tehlikesi'ni öne sürerek geri çevirdi. Bu kadar tutuklamalara rağmen hâlâ korkuyorlar ve 'darbe tehlikesi'nden bahsediyorlar. Sürecin tersine döneceğini ve intikam alınacağından dem vuruyorlar. Peki, kimler yapacak bunu? Herhalde toplumun diğer yarısı. Yazıp çizdiklerine bakarsanız, bir sabah darbe olabilir ve Silivri'dekiler çıkarılıp yerine bunlar konulabilir. Sonra gelsin uzayıp giden mahkemeler, vicdansız, hukuk tanımayan savcılar ve yargıçlar...  


Korkmakta haklılar, kim olsa korkardı...
Ergenekon, Balyoz, odatv davası vb Türkiye'nin rejimini ve sınırlarını değiştirmek için CIA kılavuzluğunda düzenlenmiş bir operasyonun aşamalarıydı. ABD'li 'akıl vericiler'in tavsiyesi ve telkinleriyle 'yandaş medya' oluşturulması ve nasıl finanse edildiği belirsiz Taraf gibi gazetelerin çıkmaya başlaması da bu operasyonun gereğiydi. Davalar başladıkça bu türden bir medyaya neden gerek duyulduğu çok iyi anlaşıldı. Bir tutuklama dalgası başladığında, bunlar polisin ve savcıların verdiği bilgileri kanıtlanmış gerçekler gibi TV ve gazetelerinde bangır bangır, çarşaf çarşaf veriyordu. Bu elbette bir kara propaganda ve beyin yıkama faaliyetiydi. İnsanlar, elde hiçbir ciddi delil olmadığı halde üretilmiş belgelere ve ya kafayı tırlatmış ya da anasının ipini satmış türden tanıkların verdiği sözde bilgilere dayanarak linç edildiler. Onlara kendilerini savunma ya da açıklama yapma hakkı verilmedi. Ve The Cemaat'in değiştirilmesinden endişe duyduğu yargı, somut bir delil ve gerekçe göstermeden,onları yıllardır hapiste tutuyor. İşte bütün bu hukuksuzlukların hesabının sorulacağından korkuyorlar.   
Ergenekon diye bir canavar örgüt yaratmışlardı. Türkiye tarihinde yapılmış bütün kötülüklerin faili buydu. Yanına ilginç isimler verdikleri darbe planları eklediler. Ordunun tatbikat senaryoları ve seminerlerinden çırpıştırdıkları bu sözde darbeler de yandaş medyada işlene işlene bitirilemedi. Ama hazırladıkları bütün davalarda büyük hatalar vardı ve sonunda hepsi hukuken iflas etti. Aslında, normal bir demokraside böyle üfürükten iddia ve kanıtlarla ne bir dava açılabilir, ne de bir kişi tutuklanabilirdi.  
Ancak, ABD'nin bölgedeki amaçlarını gerçekleştirecek taşeronluğu üstlenenler için, huluk - adalet gibi bir sorun yoktu. Onlar için önemli olan çevrenin ve hazinenin en vahşi, en hukuk tanımaz şekilde yağmalanması ve bunun dincilikle perdelenmesiydi. 
Taşeronluğa devam ettikleri sürece ABD bu kleptokrasi rejimini destekleyecek. AKP'nin yapmak istediği anayasa ve Tayyip Erdoğan'ın getirmek istediği başkanlık sistemi, bu rejimin rahatça sürdürülmesini güvence altına almayı amaçlıyor.  

16 Haziran 2012 Cumartesi

Ahmet Hakan'dan özeleştiri...




Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, AKP - Cemaat kavgasının başlarında, durumu ciddiye almamış, tersini söyleyenlerin yanıldığını iddia eden yazılar kaleme almıştı. Ancak, yakın zamanda üst üste yanılanın kendisi olduğunu açıklayan yazılar sunmaya başladı. Bu kavganın neden çıktığını, neyin kavgasının yapıldığını birçokları gibi o da anlamamış. The Cemaat'in aynı AKP ve PKK gibi  ABD'nin bir taşeron şirketi olduğu kabul edilirse, belki durum daha iyi anlaşılabilir. Her üçü de ABD'nin isteklerini yerine getirmekle yükümlü. Yoksa deliğe süpürülüverirler.Tayyip  - The Cemaat kavgası, elbette ki bir iktidar kavgası. 
İşte Ahmet Hakan'ın Tayyip  - The Cemaat kavgasıyla ilgili son yorumları:

Hükümet/Cemaat: Bir ilişkinin anatomisi
Epey oldu.
Şunları yazdım:
- “Hükümet” ile “Cemaat” kavga etmez.
- “Hükümet” ile “Cemaat” birbirine mecburdur.
- “Hükümet” ile “Cemaat” ayrılamaz.
- “Hükümet” ile “Cemaat” etle tırnak gibi oldu.
İtirazlar geldi:
Yanılıyorsun, göreceksin kavga edecekler.
* * *
Gerçekten de yanıldım.
“Hükümet” ile “Cemaat” arasında kusursuz bir kapışma başladı.
Konu: MİT krizi idi...
Bir tür makaleler savaşı yaşanıyordu. İki tarafın kalemleri yalın kılıç saldırıyordu:
- Bir taraf MİT üzerinden Başbakan’a kadar uzanacak bir soruşturma atağına tam destek çıkıyordu.
- Bir taraf ise “Yeter! Siz de çok oldunuz ama... Konumunuzu bilin!” diye üst perdeden racon kesiyordu.
Gazetelerinde günlerce kıyasıya tartıştılar.
Dışarıdan bakanlar şaşkındı.
“Bunlar ileride kapışır” diyenler bile bu kadarını beklemiyordu.
Olan zavallı bana olmuştu.
Öngörülerim resmen çökmüştü.
* * *
Fakat o da ne?
Sanki kavgayı başlatan, kavgayı kızıştıran, kavgayı sürdüren kendileri değilmiş gibi iki taraftan da birdenbire “Bizi birbirimize düşürmek istiyorlar” yakınması yükselmesin mi?
O andan itibaren “fitne” adlı sihirli sözcük devreye girdi.
Başladılar...
- “Fitnecilere izin vermeyelim” demeye...
- “Fitneye yenik düşmeyelim” demeye...
- “Fitne kardeşlik hukukumuzu bozmasın” demeye...
Düşmanı daha fazla sevindirmemek adına silahlarını gömdüler. Tüm suçu da “Ergenekon”a, “Balyoz”a, “İsmet Paşa”ya, “CHP”ye, “Bedri Baykam”a, darbecilere falan yüklediler.
* * *
Ama tam ve kesin “sulh” bir türlü sağlanamıyordu.
- Aziz Yıldırım olayı gündeme geliyor: Kapışma yeniden başlıyordu.
- İlker Başbuğ’un yargılanması gündeme geliyor: Kavga yeniden başlıyordu.
Sonra?
Sonra yine aynı noktaya geliniyordu:
“Bizi birbirimize düşürmek istiyorlar.”
Ardından da yine sulh...
* * *
Son kavgayı biliyorsunuz:
Özel Yetkili Mahkemeler...
Yine daldılar birbirlerine...
Başbakan Erdoğan çıktı, “Cemaat karşıtları”nın bile kolay söyleyemeyeceği o tarihi cümleyi kurdu. Televizyon ekranında Ekrem Dumanlı’nın gözlerinin içine bakarak şöyle dedi:
“Devlet içinde devlet olmaz.”
Hadi yine kavga kıyamet...
* * *
Bu yeni kavga henüz hızından hiçbir şey kaybetmemişti ki...
Yani artık klasikleşen “Bizi birbirimize düşürmek istiyorlar” cümlesi söylenmemiş, “fitne” sözcüğüne vurgu yapılmamıştı ki...
Bu kez “sulh”, beklenmedik bir anda sağlanıverdi.
Başbakan Erdoğan, “Türkçe Olimpiyatları”nın kapanış törenine katıldı, Arena’dakiler Erdoğan’ı bağırlarına bastılar.
Gözyaşları sel olup aktı.
Erdoğan “Hocaefendi”ye “dön” çağrısı yaptı, bütün stat ayağa kalktı.
İnanılmaz bir manzaraydı ortaya çıkan:
“Cemaat” ile “Erdoğan” etle tırnak olmuştu.
Çimentosu gözyaşları olan bir kaynaşmaydı bu.
Koca statta “Cemaat/Hükümet kardeşliğinin ayini” yapılıyordu.
* * *
Bu yeni manzarayı gözümüzün içine sokup...
“Hani kavga var diyordunuz, ne oldu? Bu da size kapak olsun” diye mesaj atan “Hükümet” ve “Cemaat” kanadının taraftarlarına sesleniyorum:
- “Kavga yok” diyoruz bizi yalancı çıkarırcasına kavga ediyorsunuz.
- “Kavga var” diyoruz kavgayı bırakıp bize kızıyorsunuz.
- “Kavga büyümez” diyoruz hamle üstüne hamle yaparak olayı büyütüyorsunuz.
- “Kavga büyür” diyoruz “sizi gidi fitneciler sizi” diye bize çatıyorsunuz.
Vallaha ben çözemedim aranızdaki ilişkiyi...
Çözme konusunda da zerre kadar umudum kalmadı.
En son “Bu olay biz fanilerin anlayacağı türden bir olay değil” demeye bile başladım. (Hürriyet, 16 Haziran 2012)


15 Haziran 2012 Cuma

İslamcı film eleştirmeni olur mu?



ABD desteği, teşviki ve kollamasıyla 10 yıldır iktidarda olan AKP dinci diktasını kurmanın son aşamasına gelmişken, 'görevli' medyada adları geçiyor, 'görevli' gazetelerde yazıları çıkıyor diye kendilerini otorite sanan birileri tiyatroya ve sinemaya saldırmaya başladı. 'Adalet bakanlığı ve mahkemeler bizim, tiyatro da bizim olsun!' diyorlar. 'Milli Eğitim'de bizim dediklerimiz geçerli, sinemada da bizim borumuz ötsün!' demeye getiriyorlar. Anlamadıkları şu: Sahte belgelerle, Amerikan taktikleriyle, ince kadrolaşmayla, vicdansızlık ve hukuksuzlukla belki diktatörlük kurabilirsiniz, ama sanatı ele geçiremezsiniz. Ele geçirdiğiniz sadece binalar ve sandalyeler olur. 


Propagandayı sanat diye dayatmak
Dogmatik kafa, propagandayı topluma her zaman sanat diye dayatır. Ona göre, kendi politikasının ve dünya görüşünün propagandasını yapmayan bir esere sanat denemez. Zaten böyle bir esere yaşam hakkı da tanımaz. Demek ki dünyada en olmayacak şey, dogma ile sanatın yanyana gelmesidir.  
Bir İslamcı, bir tiyatro oyununu ya da sinema filmini neye göre değerlendirecek? 'Benim zihniyetimin propagandasını yapıyor mu, yapmıyor mu; benim zihniyetime yakın mı uzak mı, yoksa benim zihniyetime karşı mı?' diye bakacak. Eğer bu aradıklarını bulamazsa önce 'ideolojik, ithal, millete yabancı' diyecek, sonra kendine bir yararını göremediği bu sanatı engellemek için elinden geleni ardına koymayacak. Bugün yaşanan durum da bundan başka bir şey değil.


Dogmatik kafa sadece sanata mı karşıdır?
Dogmatik zihniyet sadece sanata değil, demokrasiye, özgürlüğe, bilime, hukuka ve vicdana da karşıdır. İnsanlık bu ortaçağ zihniyetini yenerek bugünlere gelebildi. Şimdi Türkiye'de 'ileri demokrasi' diye diye bu zihniyeti egemen kılmaya çalışıyorlar. Türkiye'de zaten çok zayıf olan demokrasiyi tümden yok etmelerine kaldı. Ancak, böyle süreçler geçicidir. İleriye gidiş, önüne çıkanları ezip geçerek yoluna devam eder.


  
    

14 Haziran 2012 Perşembe

Ahmet Hakan kabul etti...



AKP - Cemaat çatışması medyada yazılıp çizilmeye başlandığında Ahmet Hakan hemen 'durun bir dakika' diyerek ortaya atılmış ve 'yok öyle bir şey' makamında yorumlar sunmuştu. Ancak, zamanla durumun hiç de Ahmet Hakan'ın dediği gibi olmadığı anlaşıldı. O da bu kavgayı kabul ediyor, ama ne olduğunu tam bilemediği için bir 'muamma'dan bahsediyor. 14 Haziran 2012 tarihli Hürriyet'teki köşesinde bu konuyla ilgili olarak şunları yazdı:



‘Cemaat’e dair bir muamma
BENİM bildiğim “Cemaat”...
- Cepheden savaş açmaz.
- Karşısındakinin kendisinden daha güçlü olduğunu hissettiği anda geri adım atar.
- Baştan kaybedeceğini bildiği savaşlara girmez.
- Yekten mücadele yerine strateji uygular.
- İttifak ettiği unsurlarla kafa kafaya gelmez.
* * *
Ancak son “Özel Yetkili Mahkeme” tartışmasında anladık ki...
“Cemaat”, artık benim bildiğim “Cemaat” değil.
- Cepheden savaş açıyor.
- Geri adım atmıyor.
- Kaybedeceği baştan belli savaşa girişmekten kaçınmıyor.
- Taktik ya da strateji yerine mücadeleyi tercih ediyor.
- İttifak ettiği unsurla kafa kafaya gelme konusunda hiç çekinmiyor.
Epeydir kafa yoruyorum.
Nasıl oldu da...
“Cemaat” stilini, yöntemini, konseptini bu denli radikal bir şekilde değiştirdi?
İşi bilenlere soruyorum:
Doğru dürüst bir cevap alamıyorum.
Kafası çalışanlara soruyorum:
Dişe dokunur bir gerekçeye rastlamıyorum.
Sonuç?
“Nasıl oldu da böyle oldu?” konusu benim için esaslı bir muammadır.
En azından şimdilik...

Çok önemli bir yazı

 


Bin yıllık kavga
İslam dünyası uzayan bir Ortaçağ’ın içinden geçiyor. Bin yıla yayılan uzun, acılı ve kanlı bir çağ bu. İmam Gazali’nin (1058-1111) Bağdat Nizamiye Medresesi Müderrisliğini terk edip, Mekke’de iman tazeledikten sonra İslam’da içtihat kapısını kapatmasıyla başlayan karalık bir bin yıl... 

İmam Gazali’nin ünlü risalesi ‘Tehatüful Felasife’ yani “Felsefenin Tutarsızlığı”nı yazarak başlattığı tutuculuk çağı…

Kutsal kitaplar dışında hiçbir eser insanlık tarihinde bu kadar etkili olmamış ve trajik sonuçlar yaratmamıştır. İslam dünyasının yükselişini sonlandıran, bilimin ve felsefenin kâfirlik sayıldığı, insan aklının teslim alındığı büyük gericilik dönemi… Aklın değil “naklin” esas alındığı yıllar.

Doğu dünyasının ilk siyaset bilimi kitabı olan ‘Siyasetname’nin yazarı ünlü Selçuklu Veziriazamı Nizamül Mülk’ün saraya davet ederek Sultan Sencer’e danışman yaptığı Gazali, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlıyor. 

Gazali sadece günümüze kadar gelen egemen Sünni teolojisini kurmuyor, Şia öğretisi üzerinde de etkili oluyor. İçtihat (yorum, yeni kural koyma) kapısını kapatarak dinin akla ve bilime göre yorumlanmasının ve çağa uydurulmasının önünü kesiyor. Onu donduruyor ve böylece İslam dinini insanlığın tarihsel yürüyüşünün önünde gerici bir engele dönüştürüyor. İbni Sina’yı, Farabi’yi kafirlikle suçluyor.

İmam Gazali’nin öğretisi, bugünün geri ve Batı’nın kölesi olan İslam dünyasını yaratan anlayıştır.

***
İmam Gazali’ye en büyük itiraz yine İslam dünyasından Hanefi-Sünni öğretisinin içinden gelmiştir. ‘Doğu’nun en büyük âlimlerinden, felsefeci ve yorumcu İbni Rüşt (1126-1198) Gazeli’yi Endülüs’ten eleştiriyor ve onun görüşlerini mahkûm ediyor. 

Aynı zamanda Kordoba Kadısı olan ve Endülüs Sultanı Yusuf’a danışmanlık yapan İbni Rüşt, bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunuyor. Çünkü diyor İbni Rüşt; “İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir” ve bu nedenle akla uygun olan nakle (kutsal söz, vahiy) aykırı olamaz. 

İbni Rüşt Kurtuba’da (İspanya’nın bugünkü Kordoba kenti)  Gazali’yi eleştiren ünlü reddiyesini yazıyor; ‘Tehatüfül Tehafül’ yani “Tutarsızlığın Tutarsızlığı’… İbni Rüşt felsefenin ve felsefecilerin gerçeğin bilgisine ulaşmanın yolunu açtığını, tutarsızlığın buna karşı çıkmak olduğunu söylüyor. 

Yazılı tarihin en önemli ve en büyük polemiklerinden biridir. İbni Rüşt bu tartışmayı entelektüel ve felsefi düzeyde kazanıyor ama siyasal planda kaybediyor. Çünkü İslam dünyasının sultanları, halifeleri, şeyhleri itaat ve teslimiyeti savunan Gazali’yi destekliyorlar. İbni Rüşt unutulmaya terk ediliyor. 

***
Antik Çağ Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo’dan Platon’a kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşen İbni Rüşt’ün kitapları Latinceye çevriliyor. Batı, unuttuğu Antik Çağın bilim insanlarını ve felsefecilerini yeniden İbni Rüşt’ün eserlerinden öğreniyor. Bu eserler Arapçadan Latinceye çevriliyor ve Batı’da Rönesans’ı başlatıyor. 

Batı İbni Rüşt’ün, Doğu ise İmam Gazali’nin yolundan gidiyor. Sonuç ortadadır.
İşte İbni Rüşt, o uzun Ortaçağ’ını yaşayan Doğu’da, 21. Yüzyılda bile Taliban ve Suudi rejimlerini yaratan İslam dünyasında sadece bir yerde, Türkiye’de kazanıyor. Bu topraklarda gerçekleşen 1908 Jöntürk ve 1923 Cumhuriyet devrimlerinin tarihsel ve felsefi anlamı budur. 
İmam Gazali’nin izleyicileri yaklaşık yüzyıldır, son çözümlemede birer burjuva aydınlanma hamlesi olan ve insanlık tarihinin ilerici kazanımları hanesine yazılan devrimleri boğmaya çalışıyor. Bugünkü siyasal kavgaların temelinde bu bin yıllık kavga yatıyor.

Yürüyen ve hâlâ bizi teslim alan kavga, bu topraklarda tam bin yıldır devam eden insan soyunun ve aklının özgürleşmesi mücadelesidir. AKP gericiliği, İslam’ın süren Ortaçağı içinde sadece bir sonuçtur. 

Elbette tarihin akışına, insan doğasına, akla ve bilime karşı savaşanların uzun vadede kazanması imkânsızdır. Ancak bilinmelidir ki, gericilik geçici de olsa (kısa vadede) amaçlarına ulaşabilir. Toplumu bir önceki çağın değerlerine yeniden iade edebilir. Pakistan ve Mısır’ın acıklı serüvenleri bu olasılığı bütün boyutlarıyla gözler önüne seriyor.

İşte bu nedenle Türkiye’de İmam Gazali’nin bir kez daha kazanmasına izin vermemek gerekiyor.
(Yurt, 10 Haziran 1012

Erdoğan neler karıştırmış neler...

Odatv.com sitesinde yer alan bu habere göre, Erdoğan'ın başı çok büyük dertte olabilir.  
Odatv.com sitesinde yer alan bu kısa haber okuyanı şoke edecek nitelikte. Haberde, Taraf gazetesinin 'bavulcu' elemanı olarak bilinen Mehmet Baransu'nun başbakan Erdoğan'a seslenen bir yazısı konu ediliyor:



Odatv aylar önce yazdı.
Cemaatin elinde KCK-MİT görüşmelerinde imzalandığı iddia edilen protokol metni var. Bu belgeyle Erdoğan’ın sıkıştırılacağını aylar önce söyledik.
Nitekim öyle de oldu.
Cemaatin polis yazarlarından Emrullah Uslu bakın ne yazdı:
“Mutabakat metninde açıkça yazılı olduğu halde Erdoğan hala “Benim müsteşarım kimseye taviz vermedi” diyor ama belge ortada. O mutabakat metinlerinin altında MİT yetkililerinin ve Erdoğan’ın özel temsilcisi Hakan Fidan’ın onayıyla arabulucu devletin imzası var. O devletin arşivinde saklanıyor bu belge.
Bu imza Türk hükümetini sorumluluktan kurtarmıyor. Erdoğan mert adamsa doğruyu söylesin. Böyle numaralarla bizi çocuk yerine koymasın.
(…)
Şimdi başa dönüp Erdoğan’a birkaç soru sorma vakti. Sayın Erdoğan “bölgede görev yapmış güvenlik güçleri savaş suçlusu olarak yargılanacak” şartını mutabakat metinlerine sokun emrini de siz mi verdiniz?”
Kısacası cemaat hesaplaşma vakti yaklaştıkça imzalandığı söylenen protokol metninin ucunu gösteriyor.

13 Haziran 2012 Çarşamba

Akbank Taraf'çı mı?


Sabancı Grubu nedense Taraf gazetesini çok seviyor. Sürekli reklam veriyor.


Sadece Akbank değil. Sabancı Grubu nedense Taraf gazetesini çok seviyor. Sürekli reklam veriyor. Versin, iyi yapıyor!
Ve fakat…
Nedense Taraf kadar tirajı olan, hatta daha çok satan gazetelere reklam vermiyor.
Örneğin Akbank, Taraf’a reklam veriyor, Aydınlık’a, Yeniçağ’a vermiyor. Niye?
Halbuki, reklam verenin kıstası bellidir; örneğin “50 bin üstünde satan gazeteler” denir.
Bu sebeple, Aydınlık son dönemde büyük firmaların reklamını alıyor. Fakat Akbank’ı alamıyor. Aydınlık’ı fakirlerin okuduğunu mu düşünüyor acaba? Öyle ise bunu nereden biliyor? Yoksa, Akbank Taraf’ı düşünsel yakınlık nedeniyle mi maddi yönden desteklemek istiyor?

11 Haziran 2012 Pazartesi

Erdoğan'ın yeni koltuk değneği Kılıçdaroğlu


Erdoğan'ın yeni koltuk değneği Kılıçdaroğlu

Baykal'dan sonra CHP umut olmaktan iyice çıktı
Bilindiği gibi Kemal Kılıçdaroğlu, Deniz Baykal'ı koltuğundan eden kaset skandalı sonrası CHP genel başkanı olmuştu. Kılıçdaroğlu, bu sürecin başlarında toplumda bir umut yaratmıştı. Ancak 12 Eylül 2010 Referandumu ve 12 Haziran 2011 Genel Seçimleri sırasındaki etkisizliği, umudun yerini derin bir hayal kırıklığına bıraktı. Parti yönetimine getirdiği insanların CHP ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesiyle ilgilerinin olmaması, hatta sağcı ve cemaatçi kimlik taşımaları, parti tabanınında tepki yarattı. Bunların üstüne Kılıçdaroğlu'nun "Yargıda  cemaat kadrolaşması vardır demeyi doğru bulmuyorum" gibisinden açıklamaları, kendisine duyulan güveni iyice zayıflattı. Sonuçta bugün CHP, AKP'nin karşısında, onu devirip iktidara gelebilecek bir parti olarak görülmüyor. 

Kılıçdaroğlu bir lider değil
Aradan geçen zaman içinde, Kılıçdaroğlu, bu kötü gidişi durduracak bir çaba da gösteremedi.
1) Yeni CHP yönetimi, Genel Seçimlerin ertesinde tutuklu milletvekillerini serbest bıraktırmak için başvurulan 'yemin etmeme' kararını sürdüremedi, üstelik Tayyip Erdoğan'ın hakaretlerine maruz kaldılar. 
2) Tayyip Erdoğan'ın CHP ve Cumhuriyet tarihine saldırıları karşısında çok pasif kalındı. Üstelik Sabahattin Ali ve Dersim konularındaki sözleri, parti tabanında büyük rahatsızlık yarattı. Yeni CHP yönetimi kendi tarihinden utanıyormuş izlenimi verildi. 
3) AKP hükümetinin dinci diktatörlük kurma girişimleri karşısında seyirci kalındı. Kılıçdaroğlu'nun ağzından bir kere bile 'Biz iktidara geldiğimizde bunların hepsini geri alacağız, yapanlardan hesap soracağız' sözleri duyulmadı. 
4) AKP hükümetinin CHP'li belediyelerin üzerine çullanırcasına yüklenmesi kamuoyuna yeterince duyurulamadı ve anlatılamadı. 
5) Medyanın % 80'ine yakını AKP'nin yanında ama kalan % 20 hiç bir şekilde değerlendirilmiyor. Bu partinin ne AKP'yi topluma anlatmak ne de iktidara gelmekle ilgili bir stratejisi var. Muharrem İnce ve Emine Ülker Tarhan dışında CHP'den dikkat çekici çıkışlar yapan kimse yok. 

Kılıçdaroğlu, zor durumdaki Erdoğan'ın imdadına yetişti
Kılıçdaroğlu, Uludere ve Kürtaj konularındaki açıklamalarıyla büyük tepki çeken ve kendisini destekleyen liberal faşistlerin bile eleştirmeye başladığı Erdoğan'a adeta bir can simidi uzatmış oldu.
AKP, önceki partilerden biri değil. ABD'nin teşvikleri ve taktikleriyle Türkiye'deki rejimi değiştirmek için kurulmuş ve bunu da büyük ölçüde gerçekleştirmiş bir parti. Partileri kapatılmasaydı, Erdoğan'nın ustası Erbakan da  aynı yolun yolcusuydu. Bunlar olağan düzen partileri değil, dinci rejim partileri. Erdoğan ve arkadaşları ABD'nin sözünden çıkmayacaklarının güvencesini verince, iktidara taşındılar. Bu partinin iktidar oluş sürecini iyi incelemek gerekiyor. Bu süreçte Baykal'ın da yardımı oldu. Ancak, hiçbir iktidar iddiası olmayan Baykal'a bile tahammül edemediler ve sonuçta Kılıçdaroğlu sahneye çıkarıldı. 
Kılıçdaroğlu'nun da Baykal gibi Erdoğan'ı kendileri gibi olağan bir siyasetçi olarak değerlendirme hatasına düştüğü görülüyor. Oysa Erdoğan'ın artık iyice açığa çıkan amacı doğrultusunda siyaseti ve TBMM'yi sadece bir araç olarak kullandığı o kadar ortada ki, adamın davul mu çalması gerekiyor?   

Washington'daki at pazarlığı
2003 Şubat ayında o dönemin Türkiye Dışişleri bakanı Washington'da, Irak'ı işgal edecek ABD ordusunun Türkiye'de konuşlandırılması ve Türk ordusunun da işgale katılmasıyla ilgili konuları görüşmektedir. Türk tarafı kendi tezlerinde diretince, dönemin ABD başkanı oğul Bush sinirlenir ve şöyle konuşur. "Ben Teksaslıyım. Teksas’ta at pazarları kurulur. At pazarlığı için gittiğin zaman, seni çırılçıplak bırakırlar. Elinde avucunda ne varsa alırlar" Bakan Yakış da buna "Biz at pazarlığı yapmıyoruz." diye karşılık vermiş. Zaten "Türk askerinin yurtdışına gönderilmesi ve yabancı ülke askerlerinin Türk topraklarında bulunmasına ilişkin tezkere", Mart ayı başında TBMM'de reddedilecekti. 
Bundan sonra ABD ve AKP'nin işi sıkı tutmaya başladığı görülüyor. "Siz Türkiye'nin Güneydoğusunu alın, biz de diğer tarafta dinci rejimimizi kuralım" şeklinde bir at pazarlığı yapılmışa benziyor. Hem Teksas'ta böyle bir at pazarlığına tutuşacaksınız hem de 'analar ağlamasın, kan dökülmesin' diyeceksiniz. Kılıçdaroğlu işte böyle bir tabloda bir yer kapmaya çalışıyor. 

Neyi halledecekler?
Kılıçdaroğlu ve Erdoğan, patronu ABD olan PKK ile ilgili ne görüşebilir, neyi çözümleyebilir. PKK ile ilgili bir konuyu halletmek isteyen sadece ABD ile görüşürse bir sonuç alabilir.  
Demek ki, Türkiye'nin rejiminin ve sınırlarının değiştirilmesiyle sonuçlanacak bir süreci gizlemek için, çok kötü bir komedi sahneleniyor. 



lütfen dikkatle okuyun


Bu yazıyı lütfen dikkatle okuyun. Özellikle Avusturya Liseli iseniz. Mensubu olduğunuz kurumun nasıl bir uygulamaya bulaştığını görün.
Silivri’ye davayı izlemeye gittiğim günlerden birinde, Tuncay Özkan bana Avusturya Lisesi’ni ömür boyu affetmeyeceğini ve çıkar çıkmaz ilk işlerinden birinin onlarla yüzleşmek olduğunu aktarmıştı. O andan itibaren, medyadan bu konuda kulağıma yankılanan haberlerin derinine dalmaya karar verdim. Evvelsi hafta nihayet Tuncay Özkan’ın canı kadar sevdiği sevgili kızı Nazlıcan ile buluşma fırsatım oldu. Yaşadığı drama karşın son derece sağlıklı, metanetiyle dikkat çeken, babasına yakışan bir kız. Kendisini zaten mahkeme salonunda daha önce izlemiş ve etkilenmiştim.
Bir öğrencinizin babası, herhangi bir nedenle hapishanede olsa, o okulun yönetimi olarak ne yaparsınız? Tek seçeneğiniz vardır: Bu öğrenciye her açıdan destek olmak, maddi manevi sorunlarına eğilmek, ona yakın bir akrabanız gibi davranmak… Hele vaka, Tuncay Özkan’ınki gibi tüm toplumu ilgilendiren tarihi, medyatik bir dava ise, gerekirse bir psikolojik destek sağlamayı da gündeminize alabilirsiniz. Aksi düşünülebilir mi?
Bakalım Avusturya Lisesi’nde Nazlıcan neler yaşamış: Tuncay Özkan ilk içeri alındığında Okul Müdürü Ziya Bey imiş ve çok anlayışlıymış. Ardından Yasin Beşerler gelmiş, işler değişmiş. Çarşamba günleri, Nazlıcan’ın babacığını ziyaret edebileceği günü Tuncay’ın satırlarından okuyalım: “Kızım Nazlıcan, her çarşamba hiç sektirmeden geliyor. Hasretimiz tarifsiz. İçimizdeki yangın her görüşte daha da büyüyor. Her çarşamba o nedenle ibadet günü gibi. Alev alev yanan yüreğe benzin döküyoruz. Ateşe uçan pervaneler gibi, cama yapışıyoruz; açık görüşte sarılıyor, koklaşıyoruz.” İşte bu buluşmalar yüzünden Nazlıcan’ın gidemediği çarşamba okul saatleri, birileri için bahaneyi oluşturuvermiş. Önce iki Avusturyalı öğretmen, “Ergenekon, Nazi örgütü mü?” diye söylenmeye başlamışlar. Aralarından biri, Frau Berger, Nazlıcan’a “Sen gelme sınıfa artık, senden vazgeçtim, kaldın” diye çıkışmış. Nazlıcan’ın derse devam etme arzusu, duvarla buluşmuş. Olaylar bununla kalmamış, muhasebe hocası Frau Braunschmidt, derste kendisine sorular yönelten Nazlıcan’ı tersleyip “Karşımda oturma! Bilmiyorsun, soru soruyorsun. Derste zamanımı alma!” deyivermiş; fakat ruhunda 1940’ların ağır sıvıları dolaşan bu dar bakışlı kadın, bununla da yetinmemiş, Nazlıcan’ın okulda olmadığı bir gün sırasından kitap ve defterleri hışımla alıp bir kısmını çöpe, bir kısmını camdan aşağıya atmış. Burada yazımıza bir saniye ara verelim: Bu doğrudan klinik psikiyatrik tedavi gerektirdiği tartışma götürmez hareketleri yapan kişi, “öğretmenlik” gibi bir meslekte barınabilir mi? Bu hareketi yapanı işinde tutan bir “okul” saygınlığını sürdürebilir mi?
O andan itibaren ısrarla Nazlıcan ve annesi okuldaki rehberlik hocası Ayça Hanım’dan randevu istemişler. Ama nafile, diyalog “sağlanamamış”. Bunun ardından Mart 2010’da Nazlıcan’ın tasdiknamesi eline verilmiş! Bu yıl Şubat ayının 29’unda, Nazlıcan CNN’de 5N1K Programı’na katılınca olay alevlenmiş. Avusturya Lisesi ise “iddialara” 2 Mart günü bir yanıt vermiş. Fakat kamuoyunun ateşini söndürmek için ortaya sürülen bildiri içler acısı cümlelerle dolu: Lisenin iddia ettiği gibi Nazlıcan’ın 45 gün sınırına yaklaşan bir devamsızlığı olduğu, Nazlıcan ve ailesine göre kesinlikle gerçekdışı. “Belki toplasanız 15-16 gün eder etmez” diyor Nazlıcan. Avusturya Lisesi’nin kaçak güreşi bununla bitmiyor: “2010 yılı Nisan ayında öğrencinin velisi Arzu Özkan, kızının daha başarılı sonuçlar alabilmesi amacıyla, sanat alanında eğitim veren bir okulda okumasını tercih ettiğini belirterek tasdiknamesini almak üzere başvuruda bulunmuştur.” Bu da tamamen panik içinde desteksiz atış! Çünkü Nazlıcan veya ailesinin ne yazılı ne de sözlü böyle bir talepleri olmuş! Ayrıca tasdiknameyi Nazlıcan’ın eline veren okul, ne özür dilemiş ne de okula dönmesi için talep iletmiş.
Bir baba olarak Tuncay’ın isyanını iyi anlıyorum. Yaşanan bu ayıp, herkesindir. İsyan ederek Silivri’den skandalı takip eden arkadaşımdan bir yurttaş olarak özür diliyorum: Toplum bu denli tepkisiz olmasa, bir lise, böyle Nazivari tavırlara cüret edebilir miydi? Böyle bir okulun mensubu olup içinde insanlık olan herkes, yerin dibinde hisseder kendini… Lisenin mezunlarını ve tüm okul camiasını göreve davet ediyorum! (5 Haziran 2012 - Cumhuriyet)

6 Haziran 2012 Çarşamba

Bu nasıl yurt gezisi?

habertakvimi.blogspot.com Olaylar, haberler, resim ve karikatürlerle bir dönemin tarihi...
Başbakan Erdoğan Diyarbakır'da...


Sözcü yazarı Emin Çölaşan, gazetenin 5 Haziran 2012 tarihli sayısında, Başbakan Erdoğan'ın yarım günlük Diyarbakır ziyaretine değindi. Aşağıda bu yazıdan bir bölüm bulacaksınız.


Tayyip Diyarbakır'da!..
(...)
Tayyip için birileri Diyarbakır'da seferber olmuştu. İl dışından çok sayıda zırhlı polis aracı ve yüzlerce polis getirildi. Yarım günlük gezide yaklaşık beş bin polis koruma görevi aldı. 
Damların tepelerine keskin nişancılar yerleştirildi. Tayyip'in başına bir iş gelmesin diye iki ayrı resmi konvoy düzenlendi. 
Biri boştu, ötekinde Tayyip vardı. 
Her ikisinde de zırhlı otobüsler, çok sayıda zırhlı Mercedes ve Audi'ler, sinyal kesici araçlar ve daha niceleri vardı!
Diyarbakır'da bütün trafik kesildi, yollar bomboştu.
Tayyip trafiğe ve yayalara kapatılan yollarda daha sonra Mercedes makam arabasını sürdü!
Caddeler AKP milletvekilleri tarafından dört bir yana asılan Kürtçe pankartlarla doluydu. 
Tayyip, ülkesinin bir kentine giden bir başbakan değil, bunca koruma altında, Türkiye Cumhuriyeti tarafından işgal edilen yabancı bir ülkeye adeta zorla girebilen bir işgal komutanı gibiydi. (Sözcü, 5 Haziran 2012)



Milliyet yazarı Can Dündar da 3 Haziran 2012'de 'Diyarbakır'da Hüsran' başlıklı bir yazı kaleme aldı ve şöyle dedi: 
Başbakan, tesis açmaya gittiği Diyarbakır’da büyük güvenlik önlemleriyle ve kapalı kepenklerle karşılandı.
Geçen hafta Diyarbakır kitap fuarında okurlarla söyleşmiştim. İtiraf edeyim ki, uzun yıllardır bu denli coşkulu bir kitle görmedim.
Diyarbakır ayaktaydı.
Bolca seyahat eden biri olarak, oradaki dinamizmi başka hiçbir yerde solumadığımı söyleyebilirim.
* * *
Erdoğan, Uludere’den sonraki söylemiyle bölgede yarattığı tepkiyi, teşvik paketiyle, açılış töreniyle, yatırım vaadiyle yatıştırabileceğini sanıyor.
Yanılıyor.
Bu, belki bir dönem mümkündü. Açılım politikasıyla teşvik uygulaması elele gidebilirdi. Ama artık çok geç. Bundan önce 18 teşvik paketi görmüş, hepsinde yatırım almak şöyle dursun, biraz daha yoksullaşmış, işsizlik oranı yüzde 60’a çıkmış Diyarbakır, süslü paketlere omuz silkiyor.
Bölge halkı için çoktandır onur, her ihtiyacının önüne geçti.
Özellikle Uludere’de Başbakan’ın inatla sürdürdüğü inkâr politikası, yaraları deşen “Parasını verdik ya” tavrı, bölge milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırma çabası, Diyarbakır ile Ankara arasındaki köprüleri berhava etti. (Milliyet)