25 Temmuz 2012 Çarşamba

Din sömürücülerinin bayıldığı konu: CHP cami yıktı. Acaba?


"CHP, Tek Parti, İsmet Paşa camileri kapattı" yalanına 1966 yılında bizzat İsmet İnönü “Benim dönemimde camiler kapatılmamıştır” diye yanıt vermiştir. Ama "Cumhuriyet tarihi yalancıları", yine bıkıp usanmadan bu yalanı sürdürmüşlerdir.
Mehmet Şevket Eygi, 1966 yılında Yeni İstiklal gazetesinde vatandaşlara bir çağrıda bulunarak, "CHP döneminde yıkılan, satılan, kiraya verilen, depo ve müze yapılan camiler hakkında resim, yazı ve bilgi" göndermelerini istemiştir. Gelen yazı ve resimlerin bir kısmı Yeni İstiklal gazetesinde yayımlanmış; bu resimleri kimlerin nasıl çekip gönderdiği ise sır olarak kalmıştır. Mehmet Şevket Eygi, bu konuyu 2003 yılında "Yakın Tarihimizde Câmi Kıyımı" adıyla kitaplaştırmıştır. Kitabın başlığının altında ise "Kapatılan, satılan, yıkılan, kiraya verilen, depo yapılan, CHP ocağı, saz ve içki evi, spor kulübü lokali haline getirilen, müzeye dönüştürülen binlerce mâbedin hazin hikayesi" şeklinde bir ibare vardır. Yani, "CHP, Tek Parti döneminde camiler kapatıldı, depo ve hatta tuvalet yapıldı" iddiasını ileri sürenlerin "en büyük kanıtı", Mehmet Şevki Eygi’nin yazdıkları ve söyledikleridir.
Cumhuriyet'in Cami Politikası: İhtiyaç Kadar Cami
1927 yılında tüm Türkiye’de, okulların iki katı, 14.425 okula karşılık, 28.705 cami vardır. [1]
Bu nedenle, 17 Nisan 1927 tarihli 1011 Sayılı Bütçe Kanunu’nun 14. Maddesine göre, Türkiye’ye gerçekten ne kadar cami ve ne kadar din görevlisi gerektiğinin 31 Mayıs 1928 tarihine kadar belirlenmesi istenmiştir. [2] Bu konudaki nizamname, 5 Ocak 1928’de kabul edilmiştir. [3]
Daha sonra bu nizamname biraz daha genişletilerek 25 Aralık 1932 tarihinde "Cami ve mescitlerin sınıflandırılması hakkındaki nizamname" adıyla yürürlüğe girmiştir. Bu çerçevede Türkiye genelinde "ihtiyaç fazlası" olduğuna karar verilen camiler belirlenmiştir. [4]
İşte kapatılan, satılan ve başka amaçlarla kullanılan bu "ihtiyaç fazlası" camilerdir.
1928’de Türkiye’nin 14 milyon nüfuslu bir ülke olduğu dikkate alınacak olursa, 28.705 caminin ihtiyaca göre çok fazla olduğu kolayca anlaşılacaktır. Yeni kurulan Cumhuriyet, her şeyi planladığı gibi Türkiye’nin ihtiyacına göre cami planlaması da yapmış ve ihtiyaç fazlası camileri gayet titiz bir çalışma sonunda belirleyerek tasnif etmiştir. Yanmış yakılmış, asırlarca ihmal edilmiş, yokluk ve yoksulluk içinde kıvranan, genç Cumhuriyeti kuranlar; aşırıya, lükse, gösterişe değil, Türkiye’nin gerçek ihtiyaçlarına önem vermiştir. En basit bir inşaatın bile belirli bir maddi kaynak demek olduğu düşünülecek olursa, cemaati olmayan, bu nedenle tasnif dışı bırakılan camileri "boş" veya "atıl durumda" bekletme lüksü yoktur; bu nedenle- tekrar ediyorum- tasnif dışı camiler dönüştürülerek farklı amaçlar için kullanılmıştır; ama asla, ahır, eğlence merkezi veya tuvalet yapılmamıştır. Tek parti döneminin cami politikasının eleştirilebilecek tek yanı bazı tarihi camilerin de tasnife tabi tutulmasıdır. Ancak asıl tarihi cami kıyımı DP ve Menderes döneminde yapılmıştır. (Bu konuya ilerde değinilecektir.)
Genç Cumhuriyet’in ihtiyaç fazlası camileri başka amaçlarla kullanma kararı çok geçmeden "CHP camileri kapattı, depo yap-tı, ahır yaptı" biçiminde asılsız bir propagandaya dönüşmüştür. İnsanların, ihtiyaç fazlası camilerle değil, camilerin yarısından bile az sayıdaki okullarla ilgilenmesi gerekirken, Halkevlerinin, Köy Enstitüleri’ nin kapatılmasına tepki göstermesi gerekirken, bizler sabah akşam neden cami muhabbeti yapıyoruz?                    
Müslümana Müslüman propagandası yapmamızın başka bir amacı mı var acaba?
Tarihi Camilerin Yıkımını ve Amaç Dışı Kullanımı Konusundaki İstismarı Atatürk ve İnönü Önledi.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında bazı yerel yöneticiler tarafından eski eserlere gereken önemin verilmemesi üzerine bizzat Atatürk, aralarında camilerin de bulunduğu eski eserlerin korunmasını istemiştir. Atatürk 1933 yılında bu eserlerin korunması hakkındaki Konya'dan çektiği telgraftan sonra Hükümet de bu işle daha sıkı bir şekilde ilgilenmeye başlamıştır.
31.1.1934 tarih ve 6 / 370 sayılı Başvekalet genelgesiyle, "imar hevesi yüzünden eski eserlerin yıktırıldığının görüldüğü" belirtilerek, "bundan sonra Maarif Vekaleti'ne sorulmadan hiç bir eserin yıktırılmaması" istenmiştir. (4a)
3.10.1935 gün ve 6/ 5548 sayılı Başvekâlet genelgesiyle, il-lerde idarecilerin ve belediye başkanlarının "vakıf eserleri haraptır diye çabucak yıktıklarının öğrenildiği, bu hareketi yapanların ağır mesuliyet altına girecekleri" belirtilmiştir. (4b) Ancak bu tehditkâr genelge bile taşradaki idarecileri durdurama-mış olmalıdır ki Başvekaletin 14.10. 1936 tarihli bir genelgesi ile "askerler tarafından kullanılırken eski eser niteliği taşıdıkları için Milli Savunma Bakanlığından alınan fakat bu defa Valilik onayı ile Ziraat Bankası’na buğday ambarı yapılmak üzere verilen Diyarbakır Hüsreviye ve Behramiye Camilerinin boşaltılması ve Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün onayı alınmadan vakıf eserlerin ve diğer idarelere ait eserlerin amaçları dışında kullanmamaları" son defa istenilmiştir. (4c)
Son olarak 12.3.1940 tarihli Başbakanlık genelgesiyle "İmar Yapı ve Yollar Kanunu"na dayanarak "belediyelerin vakıf eserlerin arsalarını parasız istimlak ettikleri, bazı belediyelerce de arsasını istimlâk etmek için önce üzerindeki sağlam binayı "haraptır" diye yıktıklarının görüldüğü, bu gibi emrivakilere meydan verilmemesi" bildirilmiştir. (4d)
Bu belgelerden de görüldüğü gibi Cumhuriyet'in ilk yıllarında "illerde idarecilerin ve belediye başkanlarının 'vakıf eserleri haraptır' diye aralarında bazı camilerin de bulunduğu bu eserle-ri çabucak yıktıkları" anlaşıldıktan sonra Atatürk ve Hükümet olaya el koyarak tarihi değeri olan bu eserlerin yıkımlarını önlemiştir. Belgelerden ayrıca, Hükümet'ten habersiz bazı yerel yöneticilerin taşrada bazı camileri "amaçları dışında kullandıkları" anlaşılmaktadır. Hükümet bu durumu fark eder etmez yerel yöneticilere gönderdiği genelgelerle "bu camilerin derhal boşaltılarak Vakıflar Genel Müdürlü-ğü'nün onayı alınmadan amaç dışında kullanılmaması gerektiğini" bildirmiştir.
Yani Sayın Başbakan'ın, Tek Parti döneminde amaç dışı kullanılan camilerin fotoğraflarını göstererek, "İşte Tek Parti, İsmet İnönü camileri böyle yatakhane, depo, ahır yaptı." demesi gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü yukarıdaki belgelerde de açıkça görüldüğü gibi bu şekilde amaç dışı kullanılan bazı camiler, Hükümet' ten ve İnönü'den, hatta Atatürk'ten habersiz bir şekilde bazı işgüzar yerel yöneticiler tarafından bu hale getirilmiştir. Nitekim Cumhurbaşkanı Atatürk ve İnönü'nün başbakanlığındaki Hükümet bu durumu öğrenir öğrenmez konuya müdahale etmiş; bu eser-lerin bahanelerle yıkılmamasını, korunmasını ve amaç dışı kullanım için de mutlaka izin alınmasını şart koş-muştur.
İsmet İnönü Bazı Camileri Kapatıp Depo Yaptı, Kapısına Kilit Vurdu!
Peki Ama Neden?
Cumhuriyet tarihi yalancıları öteden beri CHP’ye ve İsmet İnönü’ye saldırmak için "Kâfir İsmet İnönü camilere kilit vurdu. Etrafına asker dikti. Namaz kılmak için içeriye kimseyi sok-turmadı. Camileri devamlı teftiş etti. Nöbetçilere, ‘İçeriye kimseyi sokmuyorsunuz değil mi?’ diye sordu!" biçiminde bir propagandayla, CHP ve İsmet İnönü’nün "cami düşmanı" olduğu yalanına neredeyse bütün Türkiye’ yi inandırmışlardır.
Evet! Gerçekten de CHP ve İsmet İnönü, 1939-1946 arasında Türkiye’ deki bazı camileri "depo" yapmış, bu camilerin kapısına “kilit” vurmuş, etrafına asker dikmiş ve bu camileri ibadete kapatmıştır!
Ama neden?
İsmet İnönü'yü camileri kapatmakla suçlayanlar "ama neden" sorusunu asla sormaz, soramazlar. Çünkü İsmet İnönü’nün bu davranışının nedeni "cami düşmanlığı, din karşıtlığı" değil; tam tersine dinine olan bağlılığı, tarihine olan saygısıdır.
"Nasıl yani?" dediğinizi duyar gibiyim! Şöyle ki:
İsmet İnönü, II. Dünya Savaşı’nın devam ettiği 1939-1946 yılları arasında, Türkiye’ye yönelik muhtemel bir saldırıda, camilerin hedef alınmayacağını düşünerek, müzelerimizdeki tarihi ve dini değeri olan eserleri, zarar görmemeleri için, bazı camilere koydurarak koruma altına almıştır. Evet, İsmet İnönü, 1939-1946 arasında bazı camileri “depo” yapmıştır, ama bu depolar, Kutsal emanetler, Hz. Muhammed’in sancağı, kılıcı, hırka-i saadeti, Hz. Osman’ın kanlı Kuran’ı Kerim”i gibi "dinsel ve tarihsel" değeri olan eşyaların deposudur. Örneğin, Topkapı Sarayı’ndaki "Kutsal Emanetler", bu emanetlerle ilgilenen görevlilerle birlikte Niğde’ye götürülerek, Niğde’deki bazı camilere konulmuştur. Dolayısıyla, "Kutsal Emanetlerin" bulunduğu bu "cami depolar", ibadete kapatılmış ve kapısına kilit vurulup asker dikilmiştir. Ayrıca İsmet İnönü, içinde kıymetli tarihi eserlerin saklandığı bu camilere çok iyi bakılmasını istemiştir. Örneğin, 21 Ağustos 1944 tarihli bir kararla, "Milli Saraylardan Divriği'deki Ulu Cami’ye korunması için konulan kıymetli eşya, kubbeleri aktığı için korunamayacağından süratle Caminin tamiratının yapılması" istenmiştir. (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), Sayı: 6061, Dosya: 25945, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 213.448..18.)
Kıymetli tarihi eserler, Kurtuluş Savaşı yıllarında da yine bazı camilerde saklanmış, bu nedenle yine o camilerin kapısına kilit vurulup, kapısına nöbetçi dikilmiştir. Örneğin, 14 Haziran 1923 tarihli bir belgeye göre, "Kıymetli eşyanın olduğu camiyi bekleyen tabur ile kıta arasındaki haberleşmeyi sağlayan telefon hattının bozulduğundan" söz edilmiştir. (BCA, Sayı:6061, Dosya: 16714, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 159.115..14..)
Bu nedenle gerçek bir Müslümana düşen görev, bu davranışından dolayı İsmet İnönü’yü "kınamak" değil, "kutlamaktır."
Osmanlı da Camileri Otel Yapmıştı!
Camilerin amaç dışı kullanılması uygulaması, tarihimizde sadece İsmet İnönü’ye ait bir ilk uygulama değildir. Daha önce 19. ve 20. yüzyılda Osmanlı döneminde de benzer uygulamalar görülmüştür.
Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında bazı camilerde bir süre göçmenler-mübadiller konaklamış, dolayısıyla bu camiler bir süre ibadete kapatılmıştır. Örneğin, 19 Mart 1924 tarihli "Kasabalardaki terkedilmiş evler, asker ve memurların ileri gelenlerince işgal edildiğinden mübadil olarak gelen muhacirlerin cami köşelerinde kaldıkları, söz konusu yerlerin muhacirlere verilmesi" şeklindeki bir belgeden, bazı camilerde muhacirlerin konakladığı anlaşılmaktadır. (BCA, Sayı:6061, Dosya: 13517, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 140.1..17.)
Tarihimizde camiler ilk defa, 1877/ 78 Osmanlı-Rus Harbi (93 Savaşı) sırasında amaç dışı kullanılmıştır. Bu savaşta Rumeli’den İstanbul’a büyük bir muhacir akını olmuştur. Rus ordusu ile Bulgar çetelerinin önünden kaçan yüz binlerce muhacir, kış mevsiminde İstanbul’a yığılınca bunların barındırılması için İstanbul’daki bü-yük camiler ibadete kapatılmıştır. Ayasofya, Sultan Ahmet, Süleymaniye, Beyazıt gibi camiler muhacirlerin barınmasına ayrılmış, bu camiler ve müştemilatı bir anlamda, muhacirlerin kaldığı "oteller" ve "yatakhaneler" olarak kullanılmıştır.
Rubert Furneaux’un; "Tuna Nehri Akmam Diyor", Charles Ryan’ın; "Plevne’de Bir Avustralyalı", Mehmet Arif Bey’in; "Başımıza Gelenler", Turhan Şahin’in; "Öncesi ve Sonrası ile 93 Harbi" adlı eserlerinde muhacirlerin uğradığı zulümlerle ilgili yürek burkan satırlar ve onların İstanbul’da camilerde barındırılmasıyla ilgili çalışmalar anlatılmıştır.
Böyle bir durum Balkan Savaşlarında da yaşanmıştır. İstanbul’a sığınan binlerce muhacir, yine camilerde barındırılmıştır. Balkan savaşlarını La Matin gazetesi muhabiri olarak izlemek amacıyla İstanbul’a gelen Stephane Lauzanne; "Hastanın Başucunda Kırk Gün" (Balkan Acıları), yine savaş muhabiri olan Georges Remond; "Mağluplarla Beraber" ve William M. Pickthall; "Harpte Türklerle Beraber" adlı kitaplarında muhacirlerin camilerde barındırılmasıyla ilgili gözlemlerini aktarmışlardır. [7]
20. yüzyılda girilen ardı arkası gelmeyen savaşlar yüzünden Türkiye'de camiler yatakhane ve depo olarak kullanılmak zorunda kalmıştır. Prof. İlber Ortaylı bu gerçeği şöyle ifade etmiştir:
"Türkiye iki cihan harbinin birincisine savaşan güç olarak katıldı. İmparatorluk bu savaşta ilk defa umumi seferberlik ilan etti. Askerlikten muaf tutulan medreseliler ve gayrimüslimler bile silah altına alındı. 1,5 milyon asker bu devletin gördüğü bir kalabalık değildi. Toplanan askere ne silah, ne kalacak yer, ne de tayın verilebildi. Medreseler, camiler, zaten harap halde olan vakıf eserler ve İstanbul halkı askeri barındırıp beslemekle görevlendirildi. Zaten 1912-13 kışında Balkan felaketini yaşayan Türkiye’nin İstanbul, Bursa ve Edirne gibi şehirleri peri-şan muhacir dalgalarını barındırmak zorunda kalmıştı. Camiler cami ol-maktan çıktı. Başka ne yapılabilirdi ki?" (7a)
İsmet İnönü’ye "camileri depo yaptı!" diye çıkışanlar, acaba bundan sonra, 19. ve 20. yüzyıl Osmanlı padişahlarına da "camileri otel-yatakhane yaptılar!" diye çıkışırlar mı?
Ne dersiniz?•
Kaynaklar-Dipnotlar: [1] Gotthard Jaeschke, Yeni Türkiye’de İslamcılık, Ankara, 1972, s.65,66. [2] Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, İstanbul, 2009, s. 655. [3] Jaeschke, age, s.64, 65. [4] Vakit gazetesi, 30 Kanunu Evvel 1928. (4a) Remzi Oğuz Arık, Halkevlerinde Müze Tarih ve Folklor Çalışmaları Kılavuzu, Ankara, 1947, s. 49; Halit Çal, Türkiye'de Cumhuriyet Devri Taşınmaz Eski Eser Tahribatı ve Sebepleri, s.372. http:// dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1 249/14313. pdf, (erişim tarihi, 25 Nisan 2012) (4b) Arık, age, s. 55; Çal, agm, s. 372. (4c) Feridun Akozan, Türkiye'de Tarihi Anıtları Koruma Teşkilatı ve Kanunlar, İstanbul, 1977, s. 38.Çal, agm, s. 372. (14 Ni-san 1936'da doğrudan Başbakan İsmet İnönü, "Diyarbakır'daki Hüsreviye ve Behramiye camilerinin boşaltılması ve camilerin ve eski eserlerin asıl görevinin dışında başka amaçla kullanılmamasına dair" bir tamim yayınlamıştır. (BCA, Dosya:1354, Fon Kodu:30.10.0.0,Yer No: 15.84..4.) (4d) Akozan, age, s. 38; Çal, agm, s. 372. [5] Tufan Türenç,“Çirkin İftira ve Gerçek”, Hürriyet gzt., 11 Ocak 2011. [6] Ramazan Balkan, “İsmet Paşa’nın Yıktırdığı Camiler Kocatepe gzt, [7] Balkan, agm.
Sinan Meydan/Bütün Dünya

24 Temmuz 2012 Salı

Muhalif gazetelerin bu haftaki tirajları

Muhalif gazetelerin baş sayfaları (24 Temmuz 2012)
Medyanının büyük bölümü Tayyip Erdoğan'ın istediği şekilde dikensiz gül bahçesi durumunda. Ancak, boyun eğmeyen gazeteler, çok iyi tirajlarla Türk medyasının namusunu kurtarmaya devam ediyor. Sonbaharda yeni gazetelerin ve TV kanallarının yayına geçmesiyle, Tayyip çoğunluktaki medyasının biraz daha dengelenmesini umuyoruz. 
Muhalif gazetelerin tirajı, Medyatava sitesindeki verilere göre 16 Temmuz 2012 - 22 Temmuz 2012 haftasında şöyle oldu: 


Sözcü           269.863
Aydınlık:         57.982
Cumhuriyet:    51.531
Yurt:              33.783


MHP yanlısı muhalif Yeni Çağ gazetesinin aynı süredeki tirajı ise 51.257 idi.


Bu dönemde 6715 adet bayi satışı yapan BirGün ve 5493 adet bayi satışı yapan Yeni Evrensel'i sol muhalif gazete olarak görmüyoruz. Bunlar bugün bile Atabeyler, Ergenekon, Balyoz ve diğer düzmece davalar hakkında tek satır eleştiri yayınlamaktan kaçınıyor, hukuksuzluklar, AKP'nin yargıyı tamamen ele geçirmesi gibi yaşamsal konularda sessiz kalıyor. Bir bakıyorsunuz manşetler felaket haberleriyle dolu, ama bunların sebebi olan AKP'nin adı bile geçmiyor. Üstelik Kürt sorunu konusunda bölünmeye giden süreçte tamamen ABD, AKP ve PKK çizgisindeler. Onlara göre emperyalist Türkiye Kürdistan'ı işgal etmiş durumda ve PKK özgürlük savaşı veriyor. Suriye, Irak, Türkiye ve İran Kürtleri birleşip yeni bir devlet kurmalı. Peki, bu kimin planı? ABD, bölgenin sınırlarını kafasına göre değiştirip kendine ikinci bir İsrail kurmayı planlamıyor mu? İşte bu sözüm ona solcular ABD ile aynı safta yer almaktan hiç rahatsızlık duymuyor. Akıl almaz bir durum, ama gerçek bu. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş ilkelerine, Atatürk'ün ilerici mirasına asla sahip çıkmazlar ve aynı Amerikancı dili kullanırlar: Kemalist vesayet, Kemalist devlet vb...  
Gazetelerin baş sayfalarını netgazete sitesinde inceleyebilirsiniz.



Davalar birer birer çöküyor


Atabeyler, Ergenon ve Balyoz vb davalarını düzenleyenlerin medyadaki önde gelen tetikçilerinden biri de, daha sonra AKP milletvekili yapılarak korumaya alınan Şamil Tayyar'dı.

Her şey "Vatansever" rumuzlu bir e-posta ihbarıyla başladı. Polis, askeri makamlara haber dahi vermeden -ki yasal zorunluluktur- Ankara Eryaman'da bir astsubayın evine baskın yaptı.Patlayıcı düzenekleri ve askeri malzemeler bulundu. Arkasından bir yüzbaşı ve bir astsubay daha gözaltına alındı.Astsubay Erkut Taş, Yasin Yaman ve Yüzbaşı Murat Eren'in yanı sıra bazı siviller de… toplam 9 sanık…Gözaltına alınanlar Özel Kuvvetler'de görevli askerlerdi. Ve yöneltilen suçlama çok ağırdı. Başbakan'a ve danışmanı Cüneyt Zapsu'ya suikast!
Davanın sivil sanıklarından Yunus Akkaya'nın bilgisayarında Başbakan'ın evinin olduğu sokağın krokileri bulunmuştu. Sanık Yunus Akkaya şaşkındı, çünkü onları ilk kez görüyordu.Bütün basın ayaktaydı. Neler yazılmadı ki… ne derin devlet kaldı yazılmadık, ne de suikastçılık…
O bilgisayarda fişlemelerin bulunduğu da iddialar arasındaydı. Sanıkların kod isimleri, flamaları, yeminleri vardı…
Adları hiç duyulmamıştı: "Atabeyler".
Sonra ortaya esrarengiz biri çıktı. Basının ilgisini yetersiz görmüş olacak ki, Akşam gazetesinden (Cengiz T.) bir muhabirlerini arayarak Genelkurmay'ın önüne davet etti. Atabeyler soruşturması ile ilgili bazı belgeler verecekti.
Bütün kameralarda yüzü görünen ve polis olduğu adıyla şanıyla defalarca basına yansıyan bu kişi ne gariptir ki hala bulunamadı!
Verdiği zarfta Başbakan'ın sokağının krokileri, arama görüntüleri (polis kamerası), fişleme listeleri gibi soruşturma bilgileri vardı. Şamil Tayyar gibi tipler zarfı verenin bir asker olduğunu yılmadan savundular.
Hiçbir mantığa uymuyordu ama olsundu. Zaten "Operasyon Ergenekon" adlı kitabında Atabeyler ile ilgili hükmü de vermişti. Özel gazeteci Şamil şöyle diyordu: "Herkes şunu bilmeli ki, Atabeyler de Sauna gibi devlet içindeki birbiriyle bağlantılı hücre tipi yapılanmalardan biridir…" (s.139)
Bir başka özel yazıcı Aytekin Gezici ise, "Namlunun Ucundaki Başbakan Hedef RTE" adlı kitabında sanıkların çete üyesi olmaktan 5 yıl 7 ay hapse mahkum olduğunu ilan edivermişti. (s. 73) ki yalandı…
Eski polis müdürü ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'ndan bilgi sızdırmak suçlamasıyla yargılanan Bülent Orakoğlu ise, "Ankara'da Gölge Oyunları" adlı kitabında onlarca sayfa yazmıştı. Konu Atabeyler'di ama 28 Şubat'tan girip Ergenekon'dan çıkmıştı. Ki bilirsiniz onun hayal gücünü… Ya da ezberini mi demeliyim?
Bu adamların suçluluğuna o kadar iman etmişlerdi ki, mesela İstanbul Emniyet eski Müdür Yardımcısı Ali Fuat Yılmazer, daha geçen yıl verdiği bir demeçte, "Atabeyler operasyonunun Başbakan'a yönelik dört dörtlük bir suikast girişimi olduğunu ama bunun Başbakan'a bile anlatılamadığını" söylemişti. (Vatan 18 Temmuz 2012)
Ali Fuat Yılmazer'in cemaate yakın polislerden olduğu sık sık basına yansımış ve bir süre önce görevi değiştirilmişti. Ergenekon operasyonlarını yürüten ekibin başındaki isimdi…
Ve Atabeyler soruşturması, kendisinin yürüttüğü Ergenekon serisi soruşturmalarla çok büyük benzerlikler taşıyordu.
İsimsiz e-mailler, bilgisayarlarda bulunduğu iddia edilen krokiler, suikast planları, bombalar, gözaltına alınıp suçlanan askerler, derin devlet öyküleri ve kocaman iddialar… Birbirinin aynıydı neredeyse…
Ve sonuç…
Atabeyler davasında sanıklar beraat etti… Ne oldu şimdi o kocaman iddialar? Mahvedilen aileler?
Hapislerde geçen yıllar?
Gazete sayfalarında infaz edilen itibarlar?
Savcı, delil yetersizliğini ileri sürdü iyi mi? Ki o delillerle davayı açıp, o kocaman iddiaları ortaya atan da savcılık değil miydi?
Evet, delil yetersiz.
Bu ülkede hukuk diye bir şeyin varlığına ilişkin yeterli delil yok.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

F Tipi medya tırlatmanın eşiğinde...


F tipi gazeteler  utanmazlıkta sınır  tanımıyor. Zaman bu yalan haberi ikinci kez yayınlıyor.


İnsan şaşırıyor, acaba hangisini yazsam diye... Sayısız konu önünüzden akıp gidiyor, şu sırada en çok ilgi alanınız içindekilerden ikisi “ağa” takılıyor... Birincisi tabii ki iktidarın fosladığı ve giderek Türkiye’nin boynuna/bedenine ilmik ilmik doladıkları Suriye... Diğeri de Zaman gazetesi adlı basılı kâğıdın “İşte Balyoz’un ıslak imzalı delilleri” diye manşetten verdiği sahte ve kasıtlı “haber”.
Yetti artık, diyerek bu “haber”e bakacağız tabii... Eskiden bu gazete, bu tür uyduruk ve sahte haberleri mümkün olduğu kadar “ekürisi” gazetelerde yayımlatırdı... Şimdi onlar da bunlara itibar etmiyorlar mı ne... Kendisi manşete çekiyor...
Bu “gazete” haziran ayında da aynı konuyu gündeme getirmişti. Konu, Genelkurmay’dan mahkemeye iletilen birtakım “belgeler”. Mahkeme sormuş, “Gölcük’te elde edilen CD çıktılarının ıslak imzalı orijinalleri var mı” diye... Çünkü daha sonra Gölcük’te “buldukları” CD’ler ile Balyoz davasına yol açan CD’ler arasında, suçlamaya konu olan kısımlar aynıydı...
Davaya konu olan bütün belgeler CD’de kayıtlı, imzalı ve orijinali olmayan dijital yazılardı... Orijinalleri yoktu, çünkü aslı astarları yoktu! Ayrıca bütün CD’lerdeki kayıtların da 2003’te değil en erken 2007 sonrası hazırlandığı bilirkişi ve adli incelemeler sonucu ortaya çıkmıştı! Mahkeme dosyası bu sahtekârlık raporlarıyla doluydu!
Gerçekte fiilen çöken dava için, “sahte belge imal çetesi” orijinal ve ıslak imzalı belge imalatı peşindeydi! Ama bu olasılık da tamamen sıfırdı!
Davaların geldiği nokta, “büyük çöküş” ile nitelendirebileceğimiz bir durumdu! Tıpkı depremlerde gördüğümüz bazı evlerin kendi üzerine yıkılması gibi!
***
Genelkurmay istek üzerine mahkemeye birtakım belgeler gönderdi. Ama belgelerin hiçbiri Balyoz davasında suçlama konusu olan belgelerle ilgili değil. Ya neyle ilgili? Hepsi, Hava Kuvvetleri’nin istihbarat raporları!
Davayı en iyi izleyen Dani Rodrik’in “Balyoz Davası ve Gerçekler” internet sayfalarında bu konu şöyle açıklanmıştı: TIKLAYINIZ“Balyoz ‘mahkeme’ başkanı, anlaşılıyor ki hakkında bilgi istediği belgelerin nereden çıktığından bihaber. Eskişehir’de el konulan flaş bellekte kayıtlı olan (ve Hava Kuvvetleri tarafından asılları mahkemeye gönderilen) taranmış orijinal belgeler için ‘Gölcük’ten çıkan belgeler’ diyor.”
Balyoz Mahkemesi Başkanı büyük bir sevinçle, “İşte istediğimiz Gölcük belgelerinin orijinalleri geldi” diyerek konuyu yanlış, bilmeden veya kasıtlı duruşma zabıtlarına geçirirken Zaman adlı basılı kâğıt da bir gün sonra, 16 Haziran 2012’de bu uydurukluğu haber yapmıştı:
“Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan Balyoz darbe planı davasına bakan mahkemeye gönderilen yazı, sanıkların savunmalarını çökertti. Yazıda, Donanma Komutanlığı’nda ele geçirilen belgelerin birçoğunun gerçek olduğu aktarıldı. Orijinal nüshalar ve onaylı suretleri gönderildi. Sanıklar, söz konusu belgelerin sahte olduğunu ileri sürmüş ve savunmalarını da bu tez üzerine kurmuştu.”
***
Şimdi son kullanıcıya bir milyona yakın bedava dağıtılan bu basılı kâğıt, bir ay önce yanlış ve sahte olduğu belgelenmiş konuyu yeniden ısıtıp manşetine çekiyor... Göksel Genç isimli birinin imzasıyla “Genelkurmay Başkanlığı’nın İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdiği orijinal belgeler, Balyoz delillerinin sahte olduğu iddialarını çürüttü” diye, bir aylık kokmuş pilavı yeniden ısıtıp millete yedirmeye çalışıyor. Neden?
“Kardeşim, bizimle sahtekârlıkta ısrarda yarışamazsın” demek için mi?
Bir koku mu aldılar, “Eyvah dava dayanaklarının sahteliğinin ortaya çıkması ve çürütülmesi karşısında, mahkeme artık dayanamaz ve gelecek hafta bazı tahliyelere karar verir” endişesiyle mi?
Mahkemelerdeki kendi adamlarıyla baş başa verip aralarında, “Karşı kamuoyu yaratalım, bize destek çıkın ki biz de tahliye vermek zorunda kalmayalım” gibi bir görüşme oldu mu?
Yoksa, bütün bu sahte davaları kotaran, mahkemeleri kullanan cemaat ve iktidarın sivil-güvenlik “beyin”lerinin verdikleri bir kararla mı bu haberi yaptınız?
Amaç, mahkeme iradesini tamamen kendi baskıları altında tutmak ve bir “taş duvar” gibi davranmalarını sürdürmelerini sağlamak ve muhtemel tahliyeleri önlemek mi?
Tabii bir özel soru daha var, bunu da gazetecilik merakıma sayın:
Taraf vb. gibi tetikçileri, Görmüş gibileri, bu haberiniz için, geçmişte olduğu gibi neden kullanmayı tercih etmediniz? Bir “sorun” (güven sorunu) mu var?
***
Cemaatçilerin dünkü manşetlerine bakınca şunu gördüm: Balyoz enkazının altında kalmışlar ve imdaaaaaat diye bağırıyorlar, “Kurtaran yok mu?”
Yanıtı verelim:
Yok kardeşim... Sizi kurtaracak bir teknoloji henüz imal edilmedi! (23 Temmuz 2012 - Cumhuriyet/ Orhan Bursalı)

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Asılsız suikast iddiasıyla yargılandı, her şeyini kaybetti


"Aradan 6 yıl geçti. Suikast iddiasından suç unsuru oluşmadığından beraat ettik. Zaten böyle bir şey yoktu. İçi boş lav, el bombası, diğer patlayıcılar ve parçalar hakkında hem emniyetin, hem TSK’nın bunların tek başına bir işe yaramayacağına ilişkin raporları var."

Başbakan'a suikastla suçlanan subaylar üç gün önce sessiz sedasız beraat etti. Peki bu 6 yılda neler yaşandı, sanıkların hayatında neler değişti?
Ergenekon operasyonları başlamadan önce 'devlet içinde derin yapılanma'nın ilk örneği olarak tanımlanan Atabeyler operasyonu 6 yıl önce medyayı günlerce meşgul etti. Ancak üç gün önce sonuçlanan dava, aynı derece ilgi görmedi. 6 yıl süren davada Başbakan'a suikastla suçlanan birçok kişinin hayatı değişti, bazı subay ve astsubaylar ordudan atıldı.
Özel Kuvvetlerde görevli Pilot yüzbaşı Murat Eren bunlardan biri. Yüzbaşı Eren, Başbakana suikast iddiasıyla 31 Mayıs 2006’da tutuklandı. 3 ay 22 gün sonra ilk duruşmada tahliye edildi.
Ancak TSK’dan da ihraç edildi. Havacılık şirketlerinin aradığı eleman olmasına rağmen, hakkındaki iddialar nedeniyle iş bulamadı. Pazarcılık yaptı, su, çay, simit sattı. Bu süreçte eşinden ayrıldı, annesi kanser oldu. 6 yıl sonra suikast iddiasından beraat etti.
Eren 6 yılda yaşadıklarını Sözcü Gazetesi'nden Saygı Öztürk'e anlattı: "Özel hava yolu şirketlerinde iş bulamayacağım artık anlaşılmıştı. Ben, pilotluktan başka bir şey bilmiyordum. Bu da olmuyordu. Pazarcılık yapmaya karar verdim. Havlu, çarşaf, masa örtüleri alıp Pazar pazar dolaşıyordum. Yapamayacağımı anladım. Çünkü, arkadaşlarımdan görenler olur diye korkuyordum. Gerçekten de görenler oldu. Benim durumumu düşünüp bilerek görmemezlikten gelen de, benimle görünmek istemeyenler de oldu. Havlu işini yürütemeyince Ankara kurban pazarında su, çay, simit sattım.
Adım başbakana suikast yapacak pilot yüzbaşı olarak çıktığı için ne kadar gizlerseniz gizleyin duyuluyor. İnsanlar fişlenme korkusu yüzünden gelemeyince ben de açtığım kafeyi de kapattım. Ara ara öğretmen pilotluk yaptım. Ankara’da işler olmayınca İstanbul’a gittim. Bir güvenlik şirketinde üç yıl çalıştım. Kısa süre önce de kendi işimi kurdum. Bu kez işlerim yürümeye başladı.
Cezaevinden çıktıktan sonra polisin yakın takibi altındaydım. Buna da alışmıştım. Ancak daha sonra takipler bitti. Hükümet tarafından yaptığım işlerden dolayı bir engellemeyle karşılaşmadım. Ancak, adım çıktığı için herkes benden ürküyordu. Dostlarımı kaybetmiş, gerçek dostumun sayısı da azalmıştı. Şimdi de hayat mücadelesi veriyor, Cumartesi-Pazar demeden çalışıyorum.
Yaşadıklarımızdan dolayı eşimle ilişkilerim bozuldu ve ayrılmak zorunda kaldık. Annem yaşadıklarımdan sonra bunalıma girdi ve sonuçta kanser olup 5 ameliyat geçirdi. Babam asker emeklisi olduğu için silahlı kuvvetlerden atılmamın üzüntüsünü yaşıyordu. Akrabalarımdan bile benimle görülmek istemeyenler vardı. Tamamen yalnız kalmıştım.
Ben üniformama aşıktım. İşimi de severek yaptım. Aslında zor insanın tahammül edemeyeceği olaylar da yaşıyordum. Arkadaşlarınızın uzuvlarını dağda-taşta parça parça topluyorsunuz, yaralıları bir an önce olay yerinden alıp hastaneye yetiştirmek için çabalıyorsunuz, teröristleri etkisiz hale getirmek için gayret ediyorsunuz.
Yaptığımdan pişman değilim. Bugün orada görev yapıyor olsam, daha etkili çalışma yapabilmek için yine çözüm arayışına girerdim. Ama bu kez biraz daha akıllı, paylaşımcı olarak hareket ederdim. Örneğin, patlayıcıları daha etkili hale getirebilmek için neler yapabileceğimizi araştırıyorduk. Aşırı motivasyonla kendimize göre çözümler arıyorduk.
Kim olduğumuzu, nasıl yaşadığımızı hiç bilmeden basında bana inanılmaz saldırılar oldu. Gözaltına alındığında tanıdığım astsubay arkadaşta krokiler bulunmuş. Bunlar, kurslardaki krokilerdir. Genelkurmay önünde bunları basına dağıtanlar hakkındaki şikayetimiz ise kovuşturmaya yer olmadığı biçiminde sonuçlandı.
Beni suikastçılıkla suçlayanlar, olaylardan sonra Başbakanın Şemdinli’ye gidişinde, Başbakana eşlik eden pilotlardan birisi olduğumu bile bilmezler. Başıma gelen olaylar için şunu görüyorum: Bazı güçler gündem oluşturmak, şu anda askerlere dönük olayların ön hazırlıkları için böyle bir şey yaptılar. Bunları tezgahlayanlar da bir gün yaptıklarının hesabını verir.
Aradan 6 yıl geçti. Suikast iddiasından suç unsuru oluşmadığından beraat ettik. Zaten böyle bir şey yoktu. İçi boş lav, el bombası, diğer patlayıcılar ve parçalar hakkında hem emniyetin, hem TSK’nın bunların tek başına bir işe yaramayacağına ilişkin raporları var. Bunları PKK’ya karşı kullanacak, yere değince patlayacak şekilde ayarlayacaktık. Bize patlayıcılardan dolayı 4 yıl 2 ay ceza verildi. Bunu da temyiz edeceğim. Tabii ki yeniden Silahlı Kuvvetlere dönebilmek için başvurularımı da yapacağım. Çünkü ben mesleğine, üniformasına aşık bir insanım. 
'Çeteyse, çeteyim'
‘Atabeyler Grubu” bir çalışma grubunun adıdır. Benimle alakalı bir olay da değildir. Bir arkadaşımızın evi saat 24.00 sırasında aranırken, şilt bulunuyor. Görev sonrası verilen şiltler oluyor, işte onlardan birisi. Bunun üzerinde hatıra olarak bayrağı vardır. O kursa katılan herkese o şiltler verilmiştir. O şiltler oldu ‘Atabeyler Çetesi’ diye. Halbuki hiçbir alakası yok. İki çocuğum üzerine yemin ederek söylüyorum ki hiçbir alakası yok.
Gözaltına alınmamla birlikte başlayan, sonra Türkiye'nin bir numaralı gündem maddesi haline gelmemin şaşkınlığı içindeyim. İnanın sanki bir rüyada gibiyim. Birileri önceden bir senaryo yazmış, Türk silahlı Kuvvetlerinin bir subayı olarak da figüran olarak bizi oynattılar. Subay olarak en ağrıma giden de bu oyunda bir figüran olarak kalmam.Vatan-millet uğruna bir şeyler düşünmek, PKK'ya karşı mücadele vermek eğer çeteyse, ben çeteyim. Böyle bir çeteliği kabul ediyorum. Astsubay Erkut da, Genelkurmay Başkanından iki kez ödül almış bir arkadaşımız." (Saygı Öztürk, Sözcü, 21 Temmuz 2012)

13 Temmuz 2012 Cuma

Bu, yeni engizisyondur...


ODATV avukatı Serkan Gülen açıklama yaparken.

Odatv davası bilindiği üzere 14 Şubat 2011 günü Odatvve Soner Yalçın, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun evlerinde yapılan aramayla başladı ve 2011 Kasımının 22’sinde başlayan ilk duruşmadan sonra her mevsime bir duruşma tarihi verilerek devam etti.
Odatv  davasının temelini oluşturan iddia mahkemenin de kabul ettiği üzere içeriği ile ilgili (Basın Özgürlüğü Çerçevesinde) sorun olmayan haber ve yazıların iddia edilen Ergenekon Terör Örgütü’nün talimatıyla yazılmış oluşu, bu nedenle sitenin Örgüt faaliyeti çerçevesinde yayın yaptığı iddiasıdır. Bu iddianın yanında ayrıca Ahmet Şık’ın kitabının Odatvve Soner Yalçın yardımıyla ve Hanefi Avcı’nın kitabının da Nedim Şener ve iddia edilen Ergenekon Terör Örgütü yardımıyla yazıldığı yine iddianamede suçlamaların temelini oluşturan iddialardır.
Bu iddiaları oluşturan deliller ise Odatv’nin yayın merkezindeki bir bilgisayarda ve yine Barış Pehlivan ile Müyesser Yıldız’ın evlerindeki bilgisayarlarda çıkan “ulusal Medya.doc, Ulusal Medya 2010 doc., ‘Hocadan Notlar’, Toplantı doc., Biçimlendirme doc.” gibi tamamı dijital word dokümanlarından oluşan isimsiz, imzasız (elektronik ya da başka hiçbir imzası bulunmayan) aslında somut olaylar ile bağdaştırılmadıkça değil tutuklanmaya normal bir hukuk sisteminde dava açılmasına bile yeterli olmayacak delillerdir.
Bu delillere dayanarak yapılan soruşturma ise -maalesef gizli soruşturma olduğu için biz avukatlar dava açıldıktan sonra öğrenebilmişizdir- bilişim polislerinin ayrıntıdan uzak değerlendirmeleri dışında hiçbir bilirkişi raporu alınmadan 6 ay sonra iddianame haline getirilmiştir.
Türk hukuk tarihine kara harflerle geçen bir kitap taslağı toplatma kararı ile daha soruşturmanın başında biz avukatların da elinden dijital delillerin (harddiskler) imajları toplatıldığı için dava açılıp da bu ‘kara’ kararın kaldırılıp bize imajlar geri verilene kadar savunma tarafının bu delilleri inceleme şansı da maalesef olamamıştır.
İşte bu şartlar altında Kasım’ın 2011’inde ilk duruşma görüldükten kısa bir süre sonra imajlara tekrar ulaşabilmiş ve CMK’nın 67.maddesinden aldığımız hak ile bu davanın tek dayanağı olan dijital delilleri çeşitli üniversitelere ve yurtdışındaki bilirkişilere inceletebilmişizdir. Sonuçta 12 Mart’a kadar olan süreçte savunma tarafı üzerine düşeni yapmış ve Savcılığın yapmaktan kaçındığı yetkin bilirkişi incelemelerini yaptırmıştır. Yıldız Teknik Üniversitesi, ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi ile Amerikalı Bilişim Uzmanlarınca incelenen bu harddisklerin hepsinde dosyaların başka bilgisayarlarda üretilerek bu harddisklere virüs ve trojan yoluyla yüklendiği tespit edilmiştir. Bu iddialar ile mahkemeye yaptığımız tahliye talepleri ise aynı bugünkü red kararında olduğu gibi dosyaya sunulan raporların bilirkişi raporu olarak değil bilimsel mütalaa olarak değerlendirileceği ve bu nedenle mahkemenin ayrıca Tübitak’tan alınacak bir bilirkişi raporu sonucu kanaate varabileceği gerekçesiyle reddedilmiştir.
12 Mart’tan beri beklenen Tubitak Raporu için mahkeme 12 Mart günü yapılan duruşmada raporun gelme süresini öngörerek Heyet tarafından 100 gün sonraya gün verilmiş ancak 18 Haziran’da yapılan duruşmada da Tubitak yoğunluk nedeniyle raporu yetiştiremediğini belirtmiştir.
İşin bir ilginç noktası ise 12 Mart tarihinde dijital delillere bağlı olarak tutuklanan Nedim Şener ve Ahmet Şık tahliye edilirken hiçbir dijital delilde ismi geçmeyen evinde yapılan aramalarda da hiçbir dijital delil bulunmayan Barış Terkoğlu’nun tutukluluğuna devam kararı verilmesiydi. Bir diğer ilginç durum ise bundan 100 gün sonraki duruşmada 13 sanıklı davada evinde suçlamalara konu dijital delil bulunan iki sanıktan biri olan Müyesser Yıldız’ın kendisinin de anlamlandıramadığı bir şekilde diğerlerinin tutukluluğuna devam kararı verilirken serbest bırakılması oldu. Biz en başından beri bu davanın değil tutuklu olarak hukuki mesnetten yoksun olduğundan hiç açılmamasını savunanlardanız, dolayısıyla kimse tahliye oldu diye üzülecek bir durumumuz yok ancak bu durum kararını Tubitak raporuna bağlayan mahkeme heyetinin de çelişkisini ortaya koymak açısından önemlidir düşüncesindeyim.
Öte yandan bilindiği üzere son günlerde 3. Yargı paketi olarak bilinen 6352 sayılı yasa değişikliği ile ilgili de her tutuklu bulunan davada bir umut yeşerdi ve bu çerçevede özellikle adli kontrol olarak adlandırdığımız (belirli yerleşim bölgesini terk etmeme, ev hapsi, belirli yerlere gitmeme vb.) tedbirler ile salıverilmenin eskiden 3 yıldan az suçlarla yargılanıyor olma üst sınırı kaldırıldığından ve tutukluluk için somut gerekçeler aranacak olmasından biz avukatları da az da olsa umutlandıran iyileşmeler yaşandı. Ancak bu durum yeni bir düzen yeni bir hukuk rejimi ya da şöyle söyleyelim kimilerinin dediği gibi özgürlük rejimi getirmiyordu, son tahlilde kararlar yine hakimlerin vicdanına, izahına ve iki dudağının arasına kalacak şekilde yoruma açık düzenlemelerdi getirilen.
Keza umutların sararması yeşermesinden daha kısa zaman aldı, bugün (12 temmuz) elimize ulaşan karara göre müvekkillerimizin tutukluluk halinin devamına karar verdi mahkeme, Başkan Mehmet Ekinci izinli olduğu için yedek üye ile oluşturulan heyet kararı ve oybirliğiyle.
Bu kararda yeni yasanın getirdiği en önemli değişiklik eskiden dijital deliller olarak genel şekilde bahsedilen iddianamede yer verilen harddisklerin seri numarası ve markalarıyla yer alması oldu. Yani yeni yasaya göre somut olarak gerekçelendirilmesi gereken örgüt bağlantısı bir başka deyişle hukukun aradığı ‘illiyet bağı’ yine izahtan vareste tutulmuştu. Öyleyse somut gerekçelendirme şartı bakımından bu kararın eksik olduğunu ilk bakışta söyleyebiliriz.
Bunun yanında tahliye başvurusunun temelini oluşturan ve yine rededilmesi halinde açıkça gerekçelendirilmesi gereken ve her koşulda yeni yasaya göre tutukluluktan evvel düşünülmesi gereken Adli Kontrol Tedbirleri kararda en son olarak 3 satır yer verilerek değerlendirilmiştir. Adli Kontrol Tedbiri değerlendirmesinde de görmekteyiz ki heyet yeni yasaya hakim olamamış gerekçeleriyle okumadığından olsa gerek amacını benimsememiştir. Şöyle ki yeni yasada adli kontrol tedbirlerinin uygulanması için kişiye isnat edilen suçun üst sınırı şartı aranmaksızın ibaresi konulmuş olmasına rağmen 16.Ağır Ceza Mahkemesi Heyeti 10.07.2012 tarihli tutukluluğun devamı kararının sondan 4.satırında “sanıklar hakkında isnat edilen suçların yasada öngörülen hürriyeti bağlayıcı cezasının alt ve üst sınırları değerlendirildiğinde..”gerekçesini yazmakta bir sakınca görmemiştir. Oysa yukarıda da belirttiğimiz gibi yeni yasadaki en önemli değişiklik üst sınır şartının aranmıyor oluşudur zaten. Bununla beraber yeni değişiklikle adli koruma tedbirlerinin uygulanamayacak ise bu durum gerekçelendirilerek yazılmalıyken Mahkeme Heyeti kararında “05.07.2012 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 6352 sayılı Yasa ile değişik hükümler de dikkate alındığında diğer koruma tedbirlerinin uygulanmasının bu aşamada yeterli olmayacağı anlaşılmakla…” şeklindeki gerekçesiz gerekçeyi yeterli bulmuştur.
Pek tabii hukuk devleti ile kanun devleti ayrı şeylerdir ve kanunlar ne kadar iyileşirse iyileşsin hukuk anlayışı evrensel hukuk ilkelerinden uzaklaştıkça gerçek adaleti beklemek hayalden ibarettir. Ancak Nazım Hikmet’in dediği gibi: “Büyük insanlığın toprağında gölge yok, sokağında fener, penceresinde cam, (bir mısra da biz ekleyelim Adliye Sarayı’nda Adalet) ama umudu var büyük insanlığın, umutsuz yaşanmıyor…

Önümüzdeki günlerde Balyoz, KCK ve Ergenekon davalarında yine haksız dijital delillerle süslenmiş gerekçesiz gerekçelerle sürdürülen ve haddinden uzun tutukluluk halleri değerlendirilecek ben katillerin yararlandırıldığı yeni yargı paketinden suçu sabit olmamış evrensel hukukun masumiyet karinesi gereği masum olan insanlara özgürlük hakkı çıkmamasının vicdanlara sığmayacağı inancıyla umutlu olmaya devam edeceğim hâlâ…Saygılarımla

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Ertuğrul Özkök neyi bekliyor?


















Babasına ‘Ergenekon kasası’ denilen çocuğu hatırladınız mı
  • BALYOZ DAVASI’NDA 1500’den fazla uydurulmuş delil, maddi hata, yanlış bilgi düzeltilmemişse;
    Davanın inandırıcılığı, Ergenekon davalarına umut bağlamış, samimi insanların gözünde bile kaybolmuşsa;
    Ve bu insanların çığlıkları hâlâ hakimlerin kulaklarında çınlamıyorsa;
    -
    ODATV DAVASI’NDA Dışarıdan bilgisayarlara gönderilmiş, deli saçması Word belgeleri hâlâ delil olarak kabul edilmeye; çalışan insanların kendi aralarında yaptığı konuşmalar, hayali bir çetenin delili olarak dikkate alınmaya devam ediyorsa;
    -
    ERGENEKON DAVASI’NDA; Sapla saman her gün birbirine daha fazla karışıyor, insanlar 3 yıldan fazla içeride tutuluyor, adalet daha tecelli etmeden adaletsizliğe dönüşüyorsa;
    -
    ŞİKE DAVASI’NDA; “Bilyoner” adlı kulüple, aynı isimdeki internet sitesi; “FİBA” adlı faktoring şirketi, aynı isimdeki federasyonla karıştırılmış ve bu yanlışlık üzerine kararlar inşa edilmişse;
    Herkesin gözü önünde cereyan eden olaylar, gizli kapaklı işlermiş gibi kabul edilmiş ve cezalar verilmişse;
    -
    KCK DAVALARINDA Hayatı daha demokratik ve özgür bir Türkiye için mücadeleyle geçmiş bilim insanları “terörist” muamelesi yapılarak içeri atılmışsa;
    O gözler hep aynı hüzünle bakmaya devam edecektir.
    * * *

  • Evet; o gözler.
    Hani babasına,
    “Ergenekon örgütünün kasası” denilen çocuğun gözleri.
    - Aradan 3 yıl geçtiği halde, o kasanın nerede olduğunu, o kasadan kaç para çıktığını, nereye harcandığını bir kuruşu ile dahi ortaya koyamamışsanız;
    - Üstelik o insan, cezaevinde kanserle mücadele ederken bile; en küçük insani duyguyu esirgemişseniz;
    -
    “Kasa” dediğiniz, Ergenekon kalantoru olarak sunduğunuz o insanın karısı ve çocuğu, cenazeyi oradan alıp, mütevazı bir mezara götürecek parayı bile zar zor çıkıştırmışsa;
    O çocuğun; babasının 3 gram kalmış bedenini mezara indirirken yüzüne çöken hüznü, ıstırabı, çaresizliği unutturabilir misiniz.
    Hadi unutturdunuz.
    Kendiniz unutabilir misiniz...
    * * *

  • İşte o yüzden umutsuzca, çaresizce haykırıyorum.
    Artık barışa ihtiyacımız var...
    Çünkü herkes yeterince bedel ödedi.

    İÇERİDEKİLER
    özgürlüklerinden, hayatlarından alınanlarla.
    Hatta kimisi canı ile.
    Kimisi ruh sağlığı ile.

    DIŞARDAKİLER
    içeridekilerin üzüntüsü ve ağır hüznü ile.

    • Çaresizliği ile.
      Kaybettikleri işleri, kaybettirilen itibarlarıyla.

      HEPİMİZ
      adaletin gözümüzün önünde yara bere içinde kalmasının yarattığı endişe ve korku ile ödedik...
    * * *
    Arkadaş; Türkiye barışmayı hak etmedi mi...
    Alınacak daha ne intikam, kırılacak daha ne bel, ayaklar altına alınacak ne onur, yerlerde süründürülecek daha ne şeref, ne şerefsizlik kaldı ki...
    Hâlâ bekliyoruz...

    (Ertuğrul Özkök, Hürriyet)

10 Temmuz 2012 Salı

Şairin Avrupalılara seslenişi...



İki Kalp Ağrısı


İlki, fiziksel olanı, bir süredir rahatsız etmeye başlamıştı.
Araştırmalar sonucunda bir kalp ameliyatı (by-pass) gerektiği anlaşıldı.
Dominikli şair arkadaşım Rei Berroa, İngilizce sözcüklerin yerini değiştirerek, merak etme “yandan geçip gidecek” diye yazıyor…
“Şiir bizi korur” diye ekliyor…
Havalanıştan bir süre sonraki pilot anonslarında, “trafik ve başka bir nedenle herhangi bir gecikme olmazsa” inişin hangi saatte olacağı söylenir...
Bu “başka neden”i belki de ben uyduruyorum…
Yani, düşmezsek, başka bir sorun çıkmazsa gibi...
Ameliyat 14 Haziran Perşembe günü olacak...
Cumartesi yazım yayımlandığında, “başka bir neden” söz konusu olmamışsa, büyük olasılıkla yoğun bakımdan hastane odasına geçmiş olacağım...
Kim bilir, o gün gazeteyi elime alıp okumam bile belki mümkün olabilecek...
Tıptaki büyük gelişmelere, hekimlerimize, sağlık çalışanlarımıza yürekten güveniyorum.
Bu köşeye zorunlu ara verişimin, iki, en çok üç haftayı geçmeyeceğini umuyorum...
***
İkinci kalp ağrım ülkeyle ilgili ve fiziksel olandan ölçülemeyecek kadar çok daha ağır...
Artık zonklamaya dönüştü...
Bir çıkışsızlık, çaresizlik kısırdöngüsü, bir çığlık birikmesi...
Siyasal iktidarı ele geçirmiş olan gücün bu kadar bayağılaştığı, kirlendiği, riyakârlaştığı; adalet denilen kurumun bu kadar ayağa düştüğü, zulmün aleti olduğu, aşağılandığı, aşağılaştığı bir başka dönem anımsamıyorum...
Bir ülkenin yurttaşları, büyük kalabalıklar, ülkelerinin elden gitmekte oluşunun, ancak bu ölçüde duygusuz, duyarsız, ilgisiz seyircisi olabilirler...
Medya, birkaç namuslu gazete ve kanal dışında, büyük çoğunluğuyla, ancak bu kadar hainleşebilir, uşaklaşabilir...
Bir ülkenin okumuş yazmış, iyi eğitim görmüş insanları arasından, ancak bu kadar onursuz, kimliksiz, omurgasız yaratık türeyebilir...
Onurlu, kimlikli, omurgalı, vicdanlı aydınlar ancak bu kadar çaresiz, çıkışsız kalarak öfke ve üzüntü içinde kıvranır; içlerinden yükselen isyan duygularına bir çıkış yolu ararlar...
İkinci ve asıl kalp ağrımın nedenleri bunlardır...
***
Sevgili okurlarım, sevgili dostlar.
Bir çıkış yolu bulmalıyız.
Öfkemizi, isyanımızı, her yerde, her koşulda dile getirmeliyiz.
Adaletin değil adaletsizliğin egemen olduğu mahkemelere kitleler olarak akın edelim.
İşimizi, gücümüzü, tatilimizi, her şeyimizi bırakıp; adaletsizliğin kurban seçtiği namuslu, vicdanlı insanlarımıza destek olmaya gidelim.
(En yakın tarihli yargılamalardan biri 18 Haziran Pazartesi günü Çağlayan Adliyesi’nde görülecek olan Odatv duruşmasıdır. Ben ne yazık ki orada olamayacağım. “Sanatçılar Girişimi”miz adına, bu girişimin doğal katılımcısı olan bütün sanatçı dostlarımızı, aydınlarımızı, vicdan sahibi herkesi orada bulunmaya çağırıyorum. Orada çok büyük bir katılım sergileyelim.)
Adaletsizliği, zalimliği, kanunsuzluğu geriletmenin, yenilgiye uğratmanın yolu, ona her yerde, her olanağı kullanarak karşı çıkmak, karanlık içyüzünü korkusuzca gözler önüne sermektir.
Bunu yapabildiğimiz ve sürekli kılabildiğimiz ölçüde zalimin ve zulmünün hiç de görüldüğü kadar, sanıldığı kadar kudretli olmadığı, devrilmesine bazen bir fiskenin bile yetebileceği görülecektir...
***
Kendimden söz etmekten utanırım.
Fakat bu yazının son satırlarında kendimden de söz ederek başta Türkiye sorumluları olmak üzere Avrupa Birliği’nin, Avrupa Parlamentosu’nun yöneticilerine, Batı Avrupalı yazar ve sanatçı örgütlerine seslenmek istiyorum.
Lotus, Puşkin ödülleri başta olmak üzere uluslararası ödülleri olan, şiirleri dünyanın belli başlı bütün dillerine çevrilmiş olan bir şairim.
Ülkelerinizde yıllarca yaşadım.
Bunlardan kimileri sürgünlük yıllarıydı.
Fakat Türkiye hiçbir zaman, hiçbir dönemde uygar, hümanist, laik Batı’nın bir parçası olmaktan bu ölçüde koparılıp uzaklaştırılmadı.
Bugünkü siyasal iktidarın asıl ve tek amacının bu olduğunu göremeyecek kadar sağduyunuzu, kendi değerlerinize inancınızı yitirmiş olabilir misiniz?
Türkiye’de cezaevlerinden yükselen çığlıklara kulaklarınızı daha ne kadar süre tıkayacaksınız?
Eveleyip gevelemeden, insanca, uygarca, ödün vermeksizin ve ciddi yaptırımlarla bu ülkedeki insan hakkı ihlallerine ne zaman karşı çıkacaksınız?
Tabii eğer, Türkiye’nin tümüyle kaybının evrensel insan hakları adına ne kadar büyük bir kayıp olacağının bilincindeyseniz ve bu evrensel değerler sizler için henüz bir anlam taşımaktaysa...

Kısa Ergenekon tarihi...



Ergenekon davası nasıl başladı? İddialar, olaylar ve sanıklar...
Ümraniye’de bir gecekonduda 12 Haziran 2007 tarihinde 27 adet el bombası ve patlayıcıların bulunmasının ardından başlayan soruşturma dalgalar halinde devam etti. En büyük operasyonların 2008’in ilk aylarında gerçekleştirildiği soruşturma “Ergenekon” adıyla anılmaya başlandı.
Sabaha karşı evi basıldı
21 Haziran 2010 tarihinde kaybettiğimiz gazetemiz imtiyaz sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk da 21 Mart 2008 tarihinde sabaha karşı evi basılarak gözaltına alındı. 22 Mart günü gece yarısı nöbetçi hâkimlik tarafından serbest bırakıldı. Ana Ergenekon davası Birinci Ergenekon davası, Danıştay’a silahlı baskın ve Cumhuriyet gazetesine bombalı saldırı davası, Cumhuriyet’e molotofkokteyli atılması dosyalarıyla birleştirildi. Birinci Ergenekon davası 27 Nisan 2012 tarihindeki 225. duruşmada kapatılarak İkinci Ergenekon davasıyla birleştirildi. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi birleştirme kararında “davaların sanıkları arasında hukuki ve fiili irtibat bulunması”nı gerçekçe gösterdi. Davaların birleştirildiği ilk duruşma 7 Mayıs tarihinde yapıldı. Perinçek’in oğlu Mehmet Perinçek’in de aralarında bulunduğu 14 sanıklı İşçi Partililer ile Aydınlık davası 7. duruşmasında 14 Haziran’da Ergenekon ile birleştirildi.
Milletvekilleri
Tutuklandıktan sonra milletvekili seçilen Mustafa Balbay, Cumhuriyet gazetesinin Ankara temsilcisi olarak çalışırken temmuz 2008’de gözaltına alınıp serbest bırakıldıktan sonra Mart 2009’da yeniden gözaltına alındı ve tutuklandı. Gazetemiz yazarı Mustafa Balbay ve Prof. Dr. Mehmet Haberal, 12 Haziran 2011 seçimlerinde CHP’den milletvekili seçilmesine karşın tahliye edilmediler. Tutuksuz sanık eski Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün de Ankara milletvekili seçildi.
Rektörler
Davada eski İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu tutuklu bulunuyor. Başkent Üniversitesi kurucu Rektörü Prof. Dr. Mehmet Haberal, Nisan 2009’dan bu yana kalp rahatsızlığına karşın tahliye edilmedi. Eski 19 Mayıs Üniversitesi Rektörü Rıza Ferit Bernay ve Uludağ Üniversitesi’nin eski rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran dava başlamadan tahliye edildi. Eski İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu ve halen 28 Şubat soruşturmasından tutuklu bulunan eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz soruşturma sırasında serbest bırakılmıştı. Daha sonra Kemal Gürüz tutuklandı. Akademisyenler Doç. Dr. Ümit Sayın ve Prof. Dr. Emin Gürses de 2 yıl cezaevinde yattıktan sonra tahliye edildi.
Askerler
Ergenekon davasında teğmenden generale 68 emekli ve muvazzaf subay ile astsubay yargılanıyor. Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ’un da aralarında bulunduğu üçü orgeneral, 19 emekli asker tutuklu bulunuyor. Üçü emekli orgeneral, 18 emekli asker ise tutuksuz yargılanıyor.
Başbuğ da Ergenekon sanığı
İrtica ile Mücadele Eylem Planı ve İnternet Andıcı duruşmaları sırasında sanık komutanların beyanları gerekçe gösterilerek eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ hakkında suç duyurusunda bulunuldu. İlker Başbuğ 6 Ocak 2012 ifadeye çağrıldı ve tutuklandı. Başbuğ, İrtica ile Mücadele Eylem Planı davasıyle birleştirilen İnternet Andıcı davasının ilk duruşmasına katıldı. Başbuğ, neden savunma yapmayacağına ilişkin bir açıklama yaptı. İnternet Andıcı davasının 5 Nisan 2012 tarihindeki duruşmasında mahkeme, İkinci Ergenekon davası ile birleştirmesi kararı verdi.
Savunmalarını yapamadılar
Ergenekon soruşturmalarının ilk dalgasında gözaltına alınıp tutuklanan Kuddusi Okkır, ağır hastalığı nedeniyle ailesinin uzun süren mücadelesi sonunda tahliye edildi. Ancak Okkır tahliyesinden kısa süre sonra dava başlamadan 6 Temmuz 2008’de yaşamını yitirdi. Gazetemiz yazarı İlhan Selçuk tutuksuz yargılandığı 1. Ergenekon davasında savunmasını yapamadan, dava başladıktan 2 yıl sonra 21 Haziran 2010’da yaşamını yitirdi. Gazeteci Engin Aydın 11 Ocak 2009’da tutuklandıktan 11 gün sonra tahliye edildi. Aydın 2. Ergenekon davasında savunmasını yapamadan 6 Şubat 2011’de Ankara’da evinde geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. 

Ergenekon duruşmalarından bir sahne
Ergenekon davasında Ecevit’in tedavi sürecine ilişkin dönemin Ankara İl Sağlık Müdür Yardımcısı Bolkan’ın tanık olarak ifadesi alındı. Duruşmada söz alan Mustafa Balbay, Bolkan’ın, tedavi süreciyle ilgili çok ciddi suçlamalar içeren yorumlar yaptığına ve kendisine ait olduğu iddia edilen notların gündeme getirildiğine dikkat çekti.

Eruygur müşahade altına alındı

Balbay, “Yeni yasada her şeyin somut olgulara dayandırılacağı belirtiliyor” dedi. Mahkeme başkanı ise “Taleplerle ilgili konuları gerekçeleriyle söyleyeceğiz” yanıtını verdi. Balbay, “Şimdi böyle bir tanık çağrılması manidar değil mi? ‘Balbay’ın notları’, ‘Haberal’ın tedavisi’ gündeme getiriliyor” dedi.
‘Bu dönemde manidar’
Ergenekon davasında, eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in tedavi sürecine ilişkin dönemin Ankara İl Sağlık Müdür Yardımcısı Dr. Mustafa Bolkan’ın tanık olarak ifadesi alındı. CHP İzmir Milletvekili ve yazarımız Mustafa Balbay, 3. yargı paketi kapsamında tahliye taleplerinin gündemde olduğuna dikkat çekerek “Tam da böyle bir dönemde buraya böyle bir tanık çağrılıyor. ‘Balbay’ın notları’, ‘Haberal’ın tedavisi’ gündeme getiriliyor. Manidar değil mi” diye konuştu. Bolkan’ın ek klasörlerde yer almayan İstanbul Terörle Mücadale Şube Müdürlüğü’nde 24 Ağustos 2009’da alınan ifadesi, 3 yıl sonra 29 Mayıs 2012’de mahkemeye gönderildi. Duruşmalara katılmayan CHP’li vekil Prof. Mehmet Haberal, Bolkan’ın Başkent Üniversitesi Hastanesi’ni suçlayan ifadeleri nedeniyle dünkü duruşmaya öğleden sonra geldi.
Terörle Mücadele Şubesi’nin çağrısı üzerine ifade verdiğini anlatan Bolkan, 6 Kasım 2006’da yaşamını yitiren Ecevit’in Başkent Üniversitesi’nde tedavi edildiği Mayıs 2002 tarihinde Ankara İl Sağlık Müdürü Yardımcısı olduğunu anlattı. Ecevit 29 Mayıs 2002’de Başkent Üniversitesi Hastanesi’nden dönemin Ankara İl Sağlık Müdürü Taner Gökçınar’ın kendisini çağırarak Ankara Valisi Yahya Gür’ün Ecevit’e acil durumda müdahale için bir ekip kurulması talimatını aktardığını anlattı. Ecevit’e acil durumda verilecek sıvı konusunda endişe ettiğini belirten Bolkan, şunları anlattı: “Başkent Üniversitesi Hastanesi Başhekimi Rengin Erdal hanıma gidip acil durumda nasıl bir sıvı kullanmamız gerektiğini sordum. ‘Hasta sizin, bizi ilgilendirmez’ yanıtını verdi. Şoke olmuştum. Bu etik olarak da uygun bir davranış tarzı değildi. Durumu sağlık il müdürüne aktardım. Sağlık Bakanı Osman Durmuş’a durumu iletti. Bu aşamada bizim bir şey yapmamamızı söylemişler. Biz de ekibi lağv ettik.”
Çalmuk, Bolkan’a Emniyet’te “Mustafa Balbay’ın notlarında ‘57. hükümetin başının düşmesi özel bir planlamaydı’ ibarelerinin geçtiği anlaşılmıştır. Bahsi geçen özel planlama o dönemlerde Başkent Üniversitesi’de rahatsızlığından dolayı yattığı zaman zarfı olabilir mi” diye sorulduğunu anlattı.
‘Notlar delil olamaz’
Balbay ise söz alarak “Bilgisayarımdan çıktığı ve bana ait olduğu iddia edilen notların hukuki delil olarak kullanılamayacağına ilişkin TÜBİTAK raporları var” diye açıklama yaptı. Balbay, “Size Başkent Üniversitesi’nden hiç söz edilmeseydi. Bana ait olduğu iddia edilen notlardaki ‘Irak’a saldırıya hayır dediği için mi bitirmek istediler’ cümlesini okusaydı, yine aynı cevabı verir miydiniz” diye sordu. Bolkan, Başkent Üniversitesi Başhekimi’nin tavrının ifadesindeki düşüncelerine neden olduğunu anlattı. Bolkan’a çok sayıda soru yönelten Balbay, “Bizim bilmediğimiz devlet kurumlarında gizli tedavi diye kayıt dışı bir şey mi var” diye konuştu. Bolkan, “Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a acil müdahaleye ilişkin yazılı emir bulunmaz” dedi. Balbay, “Amirleriniz kimdir? 1 numara vali mi, 2 numara Sağlık Müdürü mü, 3 numara kim” diye sordu.
‘Burada numara çok’
Bolkan’ın “1 numara il sağlık müdürü, 2 mumara vali” diye yanıt vermesi üzerine Başkan Çalmuk, “Ergenekon’un 1numarası” tartışmalarına gönderme yaparak Balbay’a “Bu numara sorularının özel bir anlamı yok değil mi” diye sordu. Balbay “Burada numara çok” diye yanıt verince Çalmuk, “Artık başka numaraya geçelim” dedi.
‘Tam üstümüze basılıyor’
Bazı sorularına başkan Çalmuk’un “yorum” olduğu gerekçesiyle izin vermemesi üzerine Balbay, tanık Bolkan’ın Emniyet’te verdiği ifadede çok ciddi suçlamalar içeren yorumlar yaptığına dikkat çekti. Balbay, 3. yargı paketindeki yasal değişiklikleri anımsatarak “Yeni çıkan yasada her şeyin somut olgulara dayandırılacağı belirtiliyor” dedi. Çalmuk ise “Taleplerle ilgili konuları gerekçeleriyle söyleyeceğiz” dedi. Balbay, Bolkan’a Emniyet’te sorulan sorulara ilişkin “Bu sorular şuna benziyor. Tuncay Özkan ‘Alkollüyken namaz kılınmaz’ diyor. Ağızdan ağza dolaştıktan sonra ‘Tuncay Özkan namaz kılınmaz’ diyor diye aktarılıyor” şeklinde benzetme yaptı. Başkan Çalmuk, “Tam ortasına bastınız” sözleri üzerine Balbay, “Bizim de tam üstümüze basılıyor” dedi. Ecevit hükümetinin sarsıntılı dönemine ilişkin sekiz kitap yayımlandığına dikkat çeken Balbay, “Ecevit ile 2002-2003 yıllarında uzun sohbetlerimiz oldu. Sağlığı gayet yerindeydi” diye konuştu.
‘İzinsiz tıp da varmış’
Eski Ankara İl Sağlık Müdür Yardımcısı Bolkan’ın ifadeleri üzerine Prof. Haberal duruşmaya katıldı. Bolkan’ın ifadelerine gönderme yapan Haberal “45 yıllık meslek hayatımda yeni bir şey daha öğrendim. Belgesiz, izinsiz tıp da varmış” diye konuştu. Haberal, Prof. Dr. Rengin Erdal’ın Ecevit ile ilgili olarak “Hasta sizin, bizi ilgilendirmez” dediği iddiasını şu sözlerle yalanladı: “Rengin Hanım böyle bir şey yapmaz, yapamaz. ‘Bizi ilgilendirmez’ sözü Hipokrat yemini ile bağdaşmaz. Tanık, iddiasını belgelendirmek zorundadır ” diye konuştu. Çalmuk’un, “Haberal’ın bilgisi olduğunu neye bağlıyorsunuz” sorusuna tanık Bolkan, başhekimin amirinin bunu bilmemesinin mümkün olmadığını söyledi. Haberal’ın, “Bakara suresini okuyun. İftiranın insan öldürmekten daha da günah olduğunu öğrensin” dedi. Haberal, Bolkan’ın “Ecevit’e acil müdahale için sağlık ekibi kurulması konusunda sözlü talimat verildiği, yazılı belge olmadığı” şeklindeki ifadesini de eleştirerek “Vali bey sözlü talimat verecek. Kimsenin haberi olmayacak. Böyle bir şey olamaz” diye konuştu. Haberal mahkemenin tanık hakkında suç duyurusunda bulunmasını istedi.
Mahkemede gerginlik
Davanın 201. oturumunu açan Mahkeme Başkanı Hüsnü Çalmuk, tanık dinleneceğini söyledi. Bu sırada sanık avukatlarından Celal Ülgen söz istedi, ancak Başkan Çalmuk söz vermeyeceğini söyledi. Israr eden avukat Ülgen, “Söz vermek zorundasınız” diye masaya vurdu. Başkan Çalmuk’un dışarı çıkaracağı uyarısı üzerine avukat Ülgen “Ben kişi değilim, avukatım. Beni dışarı çıkaramazsınız. Siz çık derseniz çıkmam” dedi. Mahkeme, Ülgen hakkında Silivri Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunulmasına ve İstanbul Barosu’na yazı yazılmasına karar verdi.
8’İ TUTUKLU 273 SANIKLI DAVADA 4 YILDA 18 İDDİANAME BİRLEŞTİRİLDİ, 5 MİLYON EVRAK TOPLANDI
Ergenekon dosyasında suçlu bile kaybolur
Ergenekon davasında, birleştirilen 18 iddianame, 68’i tutuklu toplam 273 sanıkla devam ederken 3. yargı paketi kapsamında tahliye beklentisi yaşanıyor. 2008’den bu yana birleştirmelerle genişleyerek süren davada sanıklar ve avukatlar davanın “hangi aşamada” olduğunu anlamakta güçlük çekiyor. 3 yılı aşkın süredir tutuklu bulunan CHP İzmir milletvekili ve gazetemiz yazarı Mustafa Balbay’ın yanı sıra avukatlar da heyete “Davanın hangi aşamasındayız” diye soruyor. “Kuvvetli suç şüphesi” ile milletvekilleri, gazeteciler, profesörler, tahliye edilmezken 4 yılı aşkın süredir tutuklu yargılanıyor. Ergenekon dava dosyası kabardıkça “adil yargılama”nın gerçekleştirileceğine ilişkin “şüphe” de kuvvetleniyor. Davada sanıklar hakkında, “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etmek”, “Türkiye Cumhuriyeti hükümetine karşı silahlı isyana tahrik etmek”, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etmek”, “silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek ya da üyelik” suçlamalarıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis ve çeşitli ağır hapis cezaları isteniyor. Balbay son olarak “Burada bir konuda anlaşabilen dört kişi bile yok” diyerek “Bu davalar dava değil. 19 iddianame, 5 milyon ek delil klasöründen adalet çıkmaz. Burada suçlu bile kaybolur. 50 yıla eşdeğer duruşma oldu. Hâlâ örgüt bulunamadı. Örgütü bilen de çıkmadı” demişti.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından Silivri’de görülen Ergenekon davasında, 4 yılda toplam 18 iddianame birleştirildi. Birçok dava da “birleştirme” talebiyle sırada bekliyor. 5 milyon civarında evrak toplandığı belirtilen ve her geçen gün de yeni evrakın geldiği dava, bu hacimdeki evrakla içinden çıkılamaz bir hale geldi. Birinci Ergenekon sanıkları 2007 ve 2008’in ilk aylarından bu yana cezaevinde 4. yıllarını doldurdu. 2009 yılından bu yana tutuklu yargılanan İkinci Ergenekon sanıkları da 3. yıllarını tamamladı. İrtica ile Mücadele Eylem Planı dosyası sanıkları ise 2010 yılından bu yana tutuklu yargılanıyor. Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ, Ocak 2012 tarihinde tutuklandı ve mahkemenin birleştirme kararıyla “uçsuz bucaksız” Ergenekon dosyasına katıldı. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, İşçi Partililer, gazetemiz yazarları, milletvekilleri, gazeteciler, siyasi parti genel başkanları, generalden teğmene emekli ve muvazzaf askerler, sendikacılar, akademisyenler, polis müdürleri, organize suçtan başka davalardan hükümlü ve tutuklular, bir torbaya atılmış durumda. Birleştirilen davalarda bugüne kadar toplam 499 duruşma gerçekleştirildi. 14’ü gizli tanık 100’e yakın tanık dinlendi. Mahkeme, dava sırasında milletvekili seçilen Mustafa Balbay ve Prof. Dr. Mehmet Haberal’ın tutukluluk halinin devamı konusunda, kamuoyu ve TBMM’deki tartışmalara karşın ısrar etti. 3. yargı paketi kapsamında “adli kontrol tedbirlerinin uygulanmasında” süre sınırlaması kaldırılınca davada tahliye umutları belirdi. Aralarında Balbay, Prof. Dr. Haberal, eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ’un da bulunduğu sanıklar “uygun görülen adli kontrol sistemi uygulanarak” tahliyelerini talep ettiler. (Hatice Tuncer, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2012)